“Dünyada Araplar kadar çok masal uyduran,
İranlılar kadar güzel masal anlatan ve
Türkler kadar bu masallara inan başka millet yoktur.”
Mirza Fetali Ahundov (Azerbaycanli Yazar 1812 – 1878)
Bu yazıda size, acı gerçekler ve tatlı yalanlardan bahsedeceğim; sizce hangisinin müşterisi çok olur? İngilizcede ‘No news is good news’ diye bir deyim vardır yani ‘kara haber tez duyulur’’ demek ki her şey yolunda. Tatlı yalanlar, masallar, safsatalar da gerçeklerden çok daha hızlı yayılır. Yalan kılıktan kılığa girer ama gerçek çıplaktır lakin çıplaklığın toplumda pek saygınlığı yoktur. En zalim yalanlar; en kutsal ambalajlara sarılıp piyasaya sunulur. Yalan ne kadar saçmaysa inananı bol olur. Yalan ne kadar korkunçsa baş etmesi zor olur. Yalan ne kadar büyükse, ne kadar derine nüfuz etmişse gerçeği itiraf etmek de o kadar güç olur. Genellikle itiraf yerine inkâr veya itiraz devreye girer. Fakat itiraz da bilinç ve caba gerektirir. Bu sebeple inkâr ve gerçeği karalama baskın çıkar. Ve ne yazık ki, yalanlar; gerçeği savunması gerekenler susmayı tercih ettiği için galip gelir.
Atatürk daha uzun yaşasaydı?
Şimdi gelelim bu uzun girizgâhı neden yaptığıma; Geçtiğimiz ay, Cumhuriyetin 100. yılını kutladık ve 10 Kasımda da, bize bu Cumhuriyeti armağan eden büyük kurtarıcıyı andık. Bu anlamlı günlerde bizim laik mahallede en çok şu cümleleri duyduk: ‘Ülkeyi düzeltmek için yeniden bir Atatürk lazım. Keşke Atatürk biraz daha uzun yaşasaydı, keşke bir 10 yıl daha memleketin başında kalsaydı. Ameliyat yârim kaldı azizim! Devrimler sahipsiz kaldı. Şimdi mezarından kalkıp gelse ve milletin bu halini görse kim bilir ne derdi?’. Bunlar çok tanıdık laflar değil mi? Anlamsız, faydasız ve boş yakınmalar bunlar! Atatürk Anıtkabir’den çıkıp gelse eminim, çaresizce onun yasını tutanlara kızardı en çok. Sorumluluk almak ve devrimleri tavizsizce savunmak yerine onun gölgesinde siyaset yapanlara öfkelenirdi. Mustafa Kemal bir faniydi lakin Atatürk ölümsüz bir fikirdir. Bu fikri cesaretle savunmak da özellikle aydın, laik ve medeni yurttaşların görevidir. Ben de geçen ay bu cesareti göstermekten kaçınmadığım bir durumla karşılaştım, bu yazıyı onun üzerine yazıyorum. Atatürk’ü savunmak bile cesaret gerektiriyor artık; ne günlere kaldık!
Atatürk Hilafeti kaldırmasaydı?
Bir duvar yazısı görmüştüm: ‘’Silemiyorsan, karala!’’ yazıyordu. Atatürk’ü milletin kalbinden ve zihninden silmeyi beceremeyenler, Mustafa Kemal’i karalamayı tercih ediyor. Atatürk isminden bile rahatsız olan bu fanatikler ne diyor? ‘Din işleriyle devlet işleri birbirinden ayrıldı, Mustafa Kemal hilafeti kaldırdı millet dinini unuttu. Hilafet kalsaydı İslam dünyası birlik olurdu, Arap harfleri kalktı, çocuklarımız kutsal kitabımızı okuyamaz oldu’. Buna benzer söylemlerin ne kadar yaygın olduğunu fark edince ilkin çok sasırdım. Bize göre Atamızın devrimleri o kadar makul ve gerekliydi ki, bunları tartışmak bile gereksizdi. Her biri oldukça saçma ve tutarsız olan bu argümanlara önce cevap vermek bile istemedim. Fakat dedim ya yalanlar biz sustukça yayılır ve sustukça daha büyük yalanlara sıra gelir. Ben de susmadım ve bana hilafetten, imandan bahsedenlere şunları sordum; Osmanlının son döneminde hiçbir itibari kalmamış olan Hilafet müessesesi mi İslam Birliğini kuracaktı? Bu kurum, hayal ettiğiniz kadar güçlüydü de; birisi çıkıp “Kaldırdım!” deyince nasıl kalkmış oldu? Bir ‘faninin’ emriyle biten hilafet, gerçek olur mu?
Diyanet Kurumunu kim kurdu?
Aynı mantıkla sormaya devam ettim; ‘senin imanın gerçekten güçlüyse, Yaratanla kalbinin arasına kim girebilir? Hangi devlet ya da kurum seni dininden soğutabilir?’ Devlette Laiklik ilkesi neden var: kimse birbirinin imanını, inancını sorgulamasın, yargılamasın diye. Nitekim bütün inançların üzerinde de, garantör sıfatıyla Devlet var. Peki devlet eliyle, en köklü cumhuriyet kurumlarından biri haline gelmiş olan Diyanet işleri başkanlığını kim kurdu? Atatürk! Neden kurdu? Din adamları maaşını daima devletten alsın, ele güne muhtaç olmasın ve ona buna avuç açmasın diye kurdu. Kutsal kitabımız Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirip ana dilimizde de okunmasını ve anlaşılmasını sağladı. Bu somut tarihi gerçeklere rağmen Atatürk’e dinsiz diyenlere inanamıyorum. Bu yalancı propagandanın kesinlikle dış kaynaklardan beslendiğini düşünüyorum. Üstelik halen bu alçak propagandayı savunan ‘iç güçlerin’ işler yolunda gitmediğinde sorumluluğu dış güçlere atması da yaman bir çelişki değil mi? En çok da bu yalanların etkisinde kalan ve muteber sandıkları kanaat önderleri tarafından aldatılan samimi inanç sahipleri için üzülüyorum.
Kıyamet mi koptu?
Derdim inançları sorgulamak değil, haşa! Din ya da inanç adına, her cübbeli gördüklerinin peşine takılanları anlamaya çalışıyorum. Bu konuda belki sosyoloji veya psikolojiden destek alınabilir. Şimdi size, psikoloji literatüründe popüler olmuş toplumsal bir vakadan söz etmek istiyorum. Bu tarihi vaka sayesinde, batıl inançların nasıl mantığa büründüğünü anlayabiliyoruz. Somut gerçeklerin bile fanatikleri ikna edemediğini görüyoruz. Takvimler 1954 yılını gösterirken ABD’de Dorothy Martin isimli bir tarikat lideri kadın, korkunç bir kehanette bulunuyor. Uzaylıların kendisiyle temasa geçtiğini ve 21 Aralık’ta dünyayı yok edeceklerini müritlerine bildiriyor. Kendisine inananların ise 20 Aralık gecesi gelecek ve onları, Clarion gezegenine götürecek bir UFO sayesinde kurtulacaklarını müjdeliyor. Bu kehanet, müritlerin yoğun çabası ve radyo, gazete medyası sayesinde ülke geneline yayılıyor. Müritler ve kehaneti ciddiye alanlar adeta günlük hayatlarını askıya alıyor. Tüm maddi birikimlerini elden çıkarıp hatta inançlarını saçma bulan eslerini bile boşayıp tarikat liderinin emrine giriyorlar. 20 Aralık gecesi geldiğinde 50 kadar ‘inanan’ bir araya toplanıp kıyameti beklemeye başlıyorlar. Lakin aralarına sızmış olan 3 ‘yabancıdan’ haberleri yoktur.
Sahte müritler kimler?
Dorothy Martin’in bu enteresan kehanetini medyadan öğrenen 3 psikoloji doktora öğrencisi, kimliklerini gizleyerek tarikata girip bu sosyal deneyin akıbetini içeriden gözlemlemek ister. Asıl merak ettikleri ise; kehanet gerçekleşmeyince müritlerin vereceği tepki ve tarikat liderinin tavrıydı. İnançlı topluluk, sabaha kadar heyecan içinde kıyameti ve onları uzaya götürecek uzaylıları bekledi. Kıyamet kopmayınca ne mi oldu? Tarikat lideri için büyük bir hezimet oldu, herkes Dorothy’yi suçladı ve onu linç etmeye çalıştı diye düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Hiçbir şey olmadı yani ‘kıyamet falan kopmadı’ çünkü Dorothy bir süre ortadan kayboldu ve sonra tekrar ortaya çıkıp kehanetini revize etti. ‘’Clarion gezegeninden uzaylılarla yeniden konuştum’’ dedi. ‘ Dünya’ya ve bize bir şans daha verdiler. Şimdi çıkıp bu mesajı dünya halkına duyurmak için daha çok çalışmalıyız. Kıyametin er ya da geç kopacağına ikna etmeli ve daha çok kişiyi saflarımıza çekmeliyiz’’. Bu ‘makul’ açıklama, sabaha kadar tedirgin ve gergin şekilde bekleşen müritleri rahatlattı çünkü artık inanacak yeni bir hikâyeleri vardı. Bu hikâye, tarikata sızmış olan Leon Festinger ve 2 arkadaşı tarafından kitaplaştırıldı ve Kehanet Çöktüğünde (When the Prophecy Fails) adıyla yayınlandı.
Bilişsel uyumsuzluk teorisi nedir?
Festinger ve arkadaşları, tarikat içinde tanık oldukları olayları ve müritlerin yeniden ikna edilme sürecini açıklamak için bir teori geliştirdiler. Bilişsel uyumsuzluk (Cognitive Dissonance) adını verdikleri bu psikoloji teorisine göre müritler, yaşadıkları büyük hayal kırıklığını, inançlarına daha çok sarılarak yenmeye çalışmıştı. Yani gerçekle(şmeyenle) inançları arasındaki amansız boşluğu tamamlamak için gerçeği değil inancı büyütmüşlerdi. Aldatıldıkları için isyan etmek bir yana, liderlerine daha fazla bağlanmışlardı zira tarikatları, dünyayı ‘kurtarmıştı’. Bilişsel uyumsuzluk teorisi sadece büyük çelişkileri değil günlük hayatta hissettiğimiz sıradan ikilemleri de açıklamak için faydaki bir yaklaşım sunuyor. Örneğin sigaranın zararlı olduğunu bilen kişi, kendini rahatlatmak için zaten tek tük içtiğini ve istediği zaman bırakabileceğini iddia eder. Hırsızlığın suç ve günah olduğunu bilen ise herkesin az ya da çok çaldığını veya aslında kendisinden çalınanı yerine koyduğunu düşünür. Oy verdiği liderin yolsuzluk yaptığını öğrenen taraftar ise bu paranın bir şekilde yandaşlara aktarılacağına ve iktidara kim gelse çalacağına inanır. Küçük menfaatlerini, ‘kutlu davamız’ diye savunur. Çünkü toplumlar acı gerçekle yüzleşmek yerine rahatlatıcı yalanlarla avunur.
Siyasette yalan mubah mıdır?
Yahudi kökenli Alman siyaset bilimci Hannah Arendt 1951’de yazdığı ve 2. Dünya Savaşı diktatörlerini anlattığı kitabında bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
‘’Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı haline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacaktır. Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir. Baskıcı rejimlerin hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu; yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Siyasette, rüzgâr nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme yeteneğinden de mahrum kalır.
Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz.’’