SİZİN KÖPEKBALIĞINIZ KİM?

30 okunma Kasım 2022

İnsan beyni değirmen taşına benzer.
İçine yeni bir şeyler atmazsanız,
kendi kendini öğütür durur...

İbn-i Haldun (1332 – 1406, Tunuslu tarihçi ve sosyolog)

Turist teknesi köpekbalıklarının turladığı sularda gezerken, güverteden bir kız çocuğu denize düşmüş. Annesinin imdat çığlığı, kızın yardım feryatlarına karışmış ama kimse cesaret edip suya atlamıyormuş. Kız suyun içinde batıp çıkarken birinin suya atladığını görmüşler. Tam o anda denizin yüzeyinde bir köpekbalığı belirmiş. Atlayan adam öyle hızlı kulaç atıyormuş ki, köpekbalığından önce kıza ulaşıp, atılan can simidine tutunarak kızı sudan çıkarmış. Alkışlar ve tezahüratlar arasında güverteye çıktıklarında teknede bulunan bir gazeteci adama yaklaşıp sormuş ‘kahraman olmak nasıl bir duygu, atlamaya nasıl cesaret edebildiniz?’’. Adam soluk soluğa kızgınlıkla cevap vermiş: ‘ne kahramanlığı, ne cesareti yahu? Beni arkamdan iteni bir bulursam, onu doğduğuna pişman edeceğim!’

Köpekbalığı Tekniği nedir?

Eski yazılarımdan birinde kısaca bahsettiğim ‘Köpekbalığı tekniğini’ geliştirmeye ve size daha detaylı anlatmaya karar verdim. Eminim ki, bu basit tekniği kendinize uyarlayarak hayatınızdaki bazı çetin zorlukları yenmek için kullanabilirsiniz. Yukarıda anlattığım fıkranın esprisine gelirsek; hepimizin yaşamında bir ya da birden fazla köpekbalığı vardır. Bu köpekbalığı bizi rehavetten kurtarır; daha hızlı hareket etmeye daha hızlı düşünmeye ya da öğrenmeye zorlar. Hayatı güverteden seyredip suya atlamaya korktuğumuz anlarda, birinin bizi arkadan itmesine kızmamak gerekir. Yazının sonunda söyleyeceğimizi burada söylersek; ne sizi itene kızın ne de peşinizdeki köpekbalığına. Hatta çevrenizde yoksa kendi köpekbalığınızı bulun ya da keşfedin. Böylece, konfor alanınızdan çıkıp kendinizi geliştirmek ve zaaflarınıza yenilmekten kurtulursunuz. Şimdi bu basit tekniğin hikâyesini hatırlatarak başlayalım. Bu yazıda kişisel deneyimlerimi çokça paylaşacağım, sıkıcı olursam bağışlayın.

En güzel balık hangisi?

Geçenlerde bizi yemeğe davet eden bir tedarikçimiz ‘en lezzetli balık hangisi?’ diye sorduğunda hiç tereddüt etmeden: ‘İskenderun körfezinde yetişen beyaz Lagos’ diye cevap vermiştim. Gülerek itiraz etti ‘’En güzel balık, en taze olanıdır’’ dedi. Japonlar da aynı fikirdeydi; en taze balık henüz ölmemiş olandı. Japonların yaşayan balığı satın alma tutkusu, dev bir balıkçılık sektörü yaratmıştı. Pasifik okyanusunda bir adalar topluluğu olan Japonya’nın balık kaynakları, aşırı avlanma yüzünden azaldığından uzak sularda avlanmak için kocaman tekneler inşa ettiler. Avladıkları balıkları canlı olarak kıyıya ulaştırmak için teknelerine devasa tanklar yerleştirdiler. Yine de bu devasa akvaryumlarda getirilen balıklar, Japon müşteriyi tatmin etmiyordu çünkü fazla hareket etmeden günlerce tankta seyahat eden balıkların eti, lezzetini kaybediyordu. Balıkçılar buna da dâhiyane bir çözüm buldular: Tankların içine köpekbalığı koydular. Tek bir köpekbalığı, tankın içindeki yüzlerce balığı hareketlendirmeye ve eve gelinceye kadar diri tutmaya yetmişti. Ama yüzlerce internet sitesinde dolaşan ve binlerce kez paylaşılan bu enteresan öykü ne yazık ki gerçek değildi. Hayali de olsa bu ilham verici hikaye,  ‘köpekbalığı tekniği’ adını verdiğim fikri aklıma getirdi. Kimbilir belki de İbn-i Haldun’un değirmentaşı benzetmesinden etkilenmiş ve zihni sürekli meşgul edecek, canlı ve diri tutacak bir ‘köpekbalığı’ hayal etmiştim.

Beyin, hızlı çekimde düşünebilir mi?

‘Bazı şeyler, bisiklet sürmek gibi hiç unutulmaz’ derler. Sanırım burada kastedilenler;  içgüdüsel veya refleks olarak kas hafızasıyla yapılan şeyler. Ben de bu söze güvenerek 30 yıl sonra bir yurtdışı gezimde bisiklet kiralamaya ve Seyşellerin La Digue Adası’nı bisikletle keşfetmeye karar verdim. Yokuş aşağı hızlanarak giderken panikledim ve asla yapılmaması gereken hatayı yapıp iki lastiğin frenini aynı anda sıktım. Demek ki bu fren mevzusu, hiç unutulmayanlar kategorisine girmiyormuş. Birden kendimi yere paralel şekilde ağır çekim bir film modunda süzülürken buldum. Yere sert iniş yapmadan havada geçen milisaniyeler içinde beynim adeta hızlı çekimde düşünmeye başladı. Bisikletin arka sepetinde bulunan pahalı fotoğraf ekipmanımı düşündüm. Yumuşak zemine düşmeyi, bankete yuvarlanmamayı ve fotoğraf makinamın kırılmamasını ümit ettim. Arkadan bir başka bisikletle beni takip eden dostumu da uyarmalı ve yavaşlamasını söylemeliydim. Bir yerimi kırmadan hafif sıyrıklarla bu düşmeyi atlatabilirsem şanslı sayılacaktım. İşte bütün bu duygu ve düşünceler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Beynimizin zor şartlarda ne kadar hızlı işlediğini anladım.

Beynimizde Otomatik Pilot mu var?

Köpekbalığı tekniğinin işlevsel olmasının sebebi, beynimizin bu yüksek işleme kapasitesiydi sanırım. Benzer bir durumu gece otobanda 140 km ile giderken de yaşamıştım. Birden sağdaki iki şeridi bir duvar gibi kapamış olan bir kamyonla karşılaştım. Ben orta şeritten gidiyordum ve beyaz kasalı kamyon yola paralel durduğu için ışıkları görünmüyordu, 50 metre kala farkettim. O anda sanki içimdeki otomatik pilot devreye girdi ve kontrolü ele aldı. Ayağımı gazdan çekip, frene basmadan kıvrak bir direksiyon manevrasıyla sol şeritten slalom yaparak kamyonu bypass etti(m). Hepsi iki saniye içinde olmuştu. Yola devam edince atlattığım badirenin ciddiyeti kafama dank etti ve sinirden gülmeye başladım. ‘hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti’ deyimi böyle kritik anlarda yaşanan bir deneyim sanırım.

Stres altındayken düşünmek mümkün mü?

Lisedeyken (1990’lı yıllar) TV’de A takımı adlı bir macera dizisi oynardı. Özel kuvvetlerden ayrılma (atılma) paralı askerlerden oluşan A takımının en sevdiğim karakter B.A. Baracus’tu. Takımın en renkli (siyahi) siması olan Baracus, dev cüsseli, Mohikan traşlı, rapçi kılığında bir elemandı. Çözemediği bir mesele olduğunda spor salonuna gider, kocaman bir halterin altına yatar ve ‘ağırlığı arttır!’ diye vücut geliştirme hocasına bağırırdı. O ağırlığın altında adeta ezilirken zihni birden bire aydınlanır ve aklını karıştıran ‘bulmacayı’ çözerdi. Zihnimizin de overload (aşırı yüklenme) durumunda normal kapasitesinin üstüne çıktığını sezmiştim. Kore Savaşı’na gönderilen Türk Birliği’nin hikayesini anlatan ‘Ayla’ filminde de bu temayı yakaladım. Filmin kahramanı olan Türk teknisyen (Süleyman), ailesini savaşta kaybetmiş Güney Koreli küçük bir kızı (Ayla) kurtarıyor ve savaş boyunca himaye ediyordu. Asker olmadığı halde, ağır çatışma şartları altında hem kendi canını hem de küçük Ayla’nın hayatını korumaya çalışıyordu. Ayla’nın varlığı Süleyman için bir zorluk, zahmet ve ‘ağırlık’ gibi görünse de, acımasız savaş koşullarında onu hayata bağlıyordu. Peşindeki köpekbalıklarına (Çin askerleri) rağmen Ayla’yı savunmak için iki kişilik düşünüyor, cesareti ve teknik becerisiyle kahramanlaşıyordu. Hayati bir tehlike ya da tehditle karşılaşınca bu zihinsel kapasite refleksif olarak ortaya çıkıyor ve bilişsel kapasitemizi inanılmaz şekilde yükseltip bizi kurtarıyordu. Daha doğrusu, zaten var olan beyin kapasitemizi tam olarak kullanmamızı sağlıyor yani gerçek potansiyelimizi ortaya çıkarıyor.

Bu tekniğin taktikleri neler?

Tehdit ya da tehlike olmayan fakat bizi sıkıntıya sokan durumlar için Köpekbalığı Tekniğini nasıl uygulayabiliriz? Bu tekniğin iki temel taktiği var: ağırlığı arttırmak ve boşluk bırakmamak. Bazen birini genellikle de ikisini birden kullanarak zor durumlardan kurtulabilir, sıkıntılı süreçlerle başa çıkabiliriz.  Geçmişte birçok kez farkında olmadan bu tekniği kullandığım ya da tanık olduğum sayısız örnekler oldu: sağ elim alçıya alındıktan 1 hafta sonra sol elle yazmaya ve sol işaret parmağımla yumurta soymaya başlamıştım. Bir arkadaşım da basket oynarken sol elini geliştirmek için sağ elini gövdesine bağlar, daha yükseğe zıplamak için dizlerine ağırlık takardı. Dik ve kendinden emin yürümeyi öğrenmek için başının üstünde tepsi ya da kitap taşımak da ağırlığı artırmak taktiğine güzel bir örnektir.  Dil öğrenirken bu tekniğin iki taktiğini birden kullandığımı hatırlıyorum şimdi. Almancamı ilerletmek için Almanca Türkçe yerine Almanca – İngilizce sözlük kullanmaya başlamıştım. İngilizce altyazılı Almanca filmler izliyordum. Böylece hem ağırlığı yani zorluğu arttırmış hem de zihnimde Türkçeye dönmek için boşluk bırakmamıştım. Üniversitenin son iki yılında ortaokul ve lise öğrencilerine özel ders vermeye başlamıştım. Kendi sınavlarıma çalışmak ve alttan aldığım dersleri vermek için çok az zamanım kalıyordu. Ama bu kısıtlı zamanda çok daha verimli ve kaliteli çalıştığımı farkettim, notlarım hızla düzeldi. Kısacası hem ağırlığı artırmış hem de boşluk bırakmamıştım.

Kekemelikte de işe yarıyor mu?

Çocukluktan itibaren konuşma bozukluğu (kekeme) olan bir dostumdan öğrenmiştim. Kendi sesini duyamadığı gürültülü ortamlarda kekelemediğini fark etmişti. Kulaklık takıp yüksek volümlü müzik verildiğinde de önündeki yazıları okurken kekelemiyordu. Bu enteresan sonucun açıklaması da ‘boşluk bırakmama’ taktiğiyle açıklanabilirdi. Beyni ve kulakları, kendi sesini duyamayacak kadar yüklendiği ve meşgul edildiği için sanırım kekelemesine fırsat kalmıyordu. Kekemeliği yenmek için tarihten öğrendiğimiz bir taktiği daha önce yazmıştım, konu bütünlüğü açısından burada tekrar edeyim: Roma döneminde yaşamış bir devlet adamı, kekeme olduğu için halk içinde ve Senatoda konuşmaya çekiniyormuş. Bilge bir adamın tavsiyesiyle, boş zamanlarında deniz kıyısına giderek pratik yapmaya başlamış.  Ağzına çakıl taşları doldurup öyle konuşmaya çalışıyor ve dalgaların sesini bastırırcasına haykırarak nefes egzersizleri yapıyormuş. Uzun ve sabırlı uğraşlar sonucunda kekemeliği düzelmiş ve ünlü bir hatip olmuş. Yani ağzındaki çakıl taşlarıyla hem dilinin ağırlığını, zorluğunu artırmış hem de ağzında boşluk bırakmamış. Ağzındaki çakıl taşlarını takip edip, yönetmeye çalışan beyni, dilini kontrol etmeyi unutmuş. Dalgaların kükremesi de kendi sesini bastırdığı için kekelemesi kaybolmuş.

Son söz: İş yaşamınızda ya da okul döneminizde sizi çok zorlayan kişi; sizin köpekbalığınızdır. Onu sevmeseniz de, gelişmek ve iyileşmek için bir fırsat olduğunu hatırlayın. ‘Köpekbalıklarının’ zihninizden eksik olmamasını temenni ederim.