Hayat dediğin finalde bellidir;
Sen maçı uzatmaya götür,
Kader belki bir penaltı verir. S.K.
İnsanlığın dil sayesinde, atalarımızın dili kullanarak oluşturdukları ortak hikayeler vesilesiyle sosyalleştiğini anlatıp durduk. Cemaatlerin, milletlerin hatta şirketlerin de kolektif öyküler çerçevesinde bir arada yaşama ve yaşatma kültürü geliştirdiklerini biliyoruz. Organize hareket etmenin, ortak menfaatleri gözetip aynı düşmanlarla mücadelenin nesilden nesile aktarılma yöntemidir ortak hikayeler. Toplumsal hafıza, kolektif öykülerden oluşur. Şimdi gelin, bu hikaye yaratma konseptini bir adım ileriye taşıyalım ve hikayelerin toplum yaşamında nasıl hayat bulduğunu irdeleyelim. Hikayelerin yaşamdaki güncel karşılığı oyunlardır. Çeşitli oyunlar sayesinde canlanır, karakter kazanır bu ortak hikayeler ve paylaşılmaya devam ederler. Sosyal hayat; hikayenin senaryolaşmış, rollere bölünmüş şeklidir.
Aktör mü, Oyuncu mu?
Her birey (oyuncu), o toplulukta edindiği rol (karakter) sayesinde bu hikayenin bir parçası olur. Bireysel roller, benimsendiği ve geri bildirim aldığı süreçte pekişir; rol olmaktan çıkıp ‘kişi’selleşir. Bizde oyunculuk olarak anılan ve kökenini ‘oyun’ kelimesinden alan meslek, İngilizcede ‘Acting’ olarak bilinir. Yani oyun kelimesinin karşılığı olan ‘Player’ değildir, ‘Aktör’dür. Player kelimesi daha çok, spor dalları ve sporcular için kullanılır. Acting kelimesi ise, icraatçı olarak dilimize çevrilebilir. Çünkü sinema, tiyatro oyuncusu; bir oyunun değil icra (aksiyon) faaliyetinin unsuru, yürütücüsüdür. Bizde ise oyuncu; rol yapmakta, rol kesmekte yani gerçekte olmadığı biri gibi davranmaktadır. Sözcükler kavramlar çok karıştıysa şöyle özetleyeyim; hayat bir oyundur, oyun ise hayatın kendisi. İngilizcede sevdiğim bir söz var: Fake it, till you make it! (Gerçekleştirinceye kadar, mış gibi yapmaya devam et). Çünkü yeterince inandırıcı rol yaparsanız, gerçeğinden ayırt edilemez, siz bile inanmaya başlarsınız. Neyse kavramlar arasında bu kadar dolaştıktan sonra gelelim bu ayki asıl konumuza. Çocuklara öğrettiğimiz ve ‘oyun işte!’ deyip küçümsediğimiz etkinliklerin gerçek hayattaki; ekonomi, piyasa, iş dünyası ve hatta siyasetteki izdüşümlerini takip edelim.
Askerlik bir tiyatro mu?
Askere gideceğim için gergin ve endişeli olduğum günlerde bir abimin verdiği tavsiye adeta hayatımı kurtarmıştı: ‘askerliği bir tiyatro oyunu gibi kabullen ve rolünün hakkını ver.‘ demişti. Gerçekten de, rütbeler, keskin kurallar ve abartılı ritüellerle biçimlenen askerlik; tiyatro ve gerçekliğin iç içe geçtiği dramatik bir ortamdı. Ben de rütbemin (asteğmen) ve rolümün hakkını vererek muvazzaf bir teğmen gibi davranmış (acting); verilen emir, görev ve sorumluluğu koşulsuz kabullenmeyi benimsemiştim. Giydiğim kamuflaj elbisenin aslında kişiliğimi kamufle ettiğini ve beni askerlik ‘oyununa’ adapte ettiğini çok geçmeden anlamıştım. Üniformanın insanı etkileyen garip bir büyüsü var; hani rakı için ‘şişede durduğu gibi durmaz!’ derler ya, insan da üniformanın içindeyken bir farklı duruyor, o kabın şeklini alıyor. Tiyatronun simgesi olan iki maskenin kökenini hatırladım şimdi; bir üzgün surat bir de gülen.. Yunan tragedyasında oyuncular, taktıkları bu maskeler sayesinde seyirciye hangi rolde (karakterde) olduklarını gösterirmiş. Günümüz tiyatro ve sinemasında artık böyle keskin rollere, karakterlere pek rastlanmıyor. Tıpkı gerçek hayat gibi; kahkahalar, trajediler, coşku ve hüzünler iç içe geçmiş bulunuyor. ‘Bize bizi anlatıyor’ dediğimiz senaryo ve filmlerin en popüler olması da bu benzerlikten kaynaklanıyor. İzleyici, özdeşim kuracağı birini o ekranda illa ki, buluyor. Şimdi gelelim bazı oyun ve sporların gerçek hayattaki karşılıklarını bulmaya.
Golf mü, Masa Tenisi mi?
Yıllar önce tanıştığım TAV Holding CEO’su Sn. Sani Şener’den öğrenmiştim: ‘’İşinizi golf oynar gibi değil pinpon oynar gibi yapın. Sorunları uzağa atıp zaman kazanmaya çalışmak doğru bir taktik değildir. Gerçek bir yönetici, masa tenisi oynar gibi yönetir ekibini; sorunu anında sorumlu kişiye paslar ve ondan geleni tekrar karşılayıp yetkilisine şutlar’’. İş hayatında en doğru strateji, kendinle rekabet etmektir. Pazarlamada rakibi kötüleme, çamur atma taktiği bumerang fırlatmak gibi döner, seni vurur! Pazarlama okçuluktur; yayı yeterince gerdikten sonra hedef (kitleyi) ortasından vurmaktır. Ok burada doğru mesajı temsil eder. Satranç ise kendi stratejini uygularken rakibin hamlesini tahmin etme ve önleme oyunudur. Tavlada en iyi taktik, rakibin moralini bozup onu yanlışa sürüklemektir. Soğukkanlılığını kaybedince en iyi zarları bile değerlendiremez olur. İş hayatı genelde futbol gibidir; geçmiş başarılar, şampiyonluklar ve hezimetler geçmişte kalır. Ezeli rekabet kişinin bugünü ile geçmişi arasında devam eder ve önümüzdeki maçlara bakılır. İş hayatı bazen de Kızma Birader oyununa benzer; tam finişe yaklaşırken başladığın kareye dönersin. Zirveye birkaç adım kalmışken, bütün kazanımların ‘hiç’ olur. 3 bant bilardoda sayı alamıyorsan rakibe pozisyon bırakmamaya çalışırsın. Bu taktik en çok siyasette işe yarar. 5 taş oyununda bir taşı havaya atıp aynı anda yerdeki 4 taşı avuçlamaya, havadakini de düşmeden yakalamaya çalışırsın. Ama elindeki avucundakini kaybetmek de var sonunda.
Hokkabazlık Ekonomisi mi?
Ülke ekonomisini yönetmek büyük marifet ister; jonglörlük gibidir. Hani elindeki 3 topu sürekli havaya atıp tutan hokkabazlar kadar becerikli, dikkatli ve serinkanlı olmayı gerektirir. Ekonomideki 3 top; enflasyon, kur ve faizdir. 3 top oyununun püf noktası, her seferinde bir top havadayken diğer iki topu ellerde yani kontrol altında tutmaktır. Havaya atılan top da hep göz hizasında olmalıdır yani çok yükseğe çıkmasına izin verilmemelidir. Havaya atıp unutmak mümkün değildir! Kur faiz ve enflasyon bizim ülkemizde sırasıyla yükselir ve düşer. Yani kur yükseldiyse onu faiz artışı takip edecektir. Enflasyon zaten kur artışının da faizin de müzmin sebebidir. Çünkü enflasyon parasal bir hadisedir yani piyasaya sürülen para (nakit, kredi ya da tahvil) miktarının reel üretimden kopmasıdır ( karşılıksız basılmasıdır). Para basma (piyasaya sürme) işinin ucu kaçarsa hiper enflasyon kaçınılmaz olur. Hiper kelimesi fiyat artış hızını anlatmak için kullanılır. Çünkü fiyatlar günlük artmaya başlar. Fiyatların arkasından koşmaya başlarsın; stokçuluk artar, kıtlık baş gösterir, Herkes elindeki yerel para biriminden kaçar, dövize geçer ve yerel para ancak Monopoli oyunundaki para kadar değerli olur. Enflasyon (şişme) kelimesiyle infilak kelimesi aynı kökenden gelir. Fiyat balonu çok şişerse patlama (infilak) kaçınılmaz olur, ekonomi alev alır.
King bilmeyen mezun olamaz mı?
Üniversitedeyken ders aralarında King diye bilinen kağıt (strateji) oyununu çok severdim. ODTÜ’de ‘King bilmeyenleri mezun etmiyorlar!’ diye bir geyik bile vardı. Düşük, sembolik paralarla oynasak da, kısıtlı öğrenci bütçemizde gedik açtırmamak adına cidden beynimizi zorlardık. Elimizdeki kağıtlar tükenip de son iki ele girerken heyecanımı bastırmayı ya da kaybetme stresini azaltmayı bu oyunlarda öğrenmiştim. İş hayatımda yaşadığım stresli dönemlerde, finansal baskının üzerime kabus gibi çöktüğü zamanlarda bu geçmiş tecrübelerimin çok işe yaradığını farkettim, yani mezuniyeti haketmiştim. Hakikaten de, para piyasaları ve iskambil oyunları arasında çok çarpıcı benzerlikler vardır. Elini göstermemeyi, rakibin elindekini tahmin etmeyi, yere düşen ve destede kalan kağıtları takip etmeyi, strateji kurup, oyun bozmayı öğrenen bir oyuncunun iş dünyasında da başarılı olması sürpriz olmamalı. Çünkü piyasa denilen oluşum özünde bir tahmin oyunudur. Diğer oyuncuların yani çoğunluğun hangi hikayeyi satın alacağını ya da satacağını tahmin üzerine kuruludur. Örneğin çoğunluk, doların yükseleceği hikayesine inanır ve dolar alırsa gerçekten de dolar artar. Birileri hikayenin artık inandırıcılığını kaybettiğini düşünüp satış dinamiğini başlatırsa diğerleri de onu takip eder, trend tersine döner ve satış hikayesi gerçek olur.
Müzik bitti mi?
Bloomberg TV ekonomi yorumcusu Cüneyt Başaran piyasanın nasıl çalıştığını şöyle anlatmış; ‘’BloombergHT ailesine katılmadan önce uzun süre yabancıların ‘trader’ dediği bizdeki karşılığı “fon yöneticiliği” olan işi yapıyordum. İstanbul ve Londra’da bu işi sürdürürken gerçekte yaptığımız risk almaktan ibaretti. Çalıştığımız şirketlerin bize tahsis ettiği borçlanma limitlerini kullanarak sıfır kâr-zarar ile başladığımız yılı çeşitli finansal ürünleri alıp/satarak hedeflenen yerde bitirmeye çalışıyorduk. Hepimiz aynı raporları okuyor, aynı ekranlara bakıyor ve bir anlamda da aynı şeyleri yapıyorduk. Oyunun kuralı şuydu: Risk alacaksın, hatta senin alman yetmez müşterine de aldıracaksın. İşler karışmaya başladığında portföyündeki riski en erken sen boşaltacaksın. Kısaca müzik çaldığı sürece oyuna devam, bittiğinde ise oturacak bir sandalye bulacaksın. Bunu anlatmamın sebebi şu. ‘Trader’lar sürü psikolojisi ve kâr güdüsüyle hareket eder ve hep aynı korku ile yaşar: Müzik bitti mi?
Papaz kaçtı mı?
Hisse senedi piyasası Papaz Kaçtı oyunu gibidir. Değer kaybeden ya da değeri tavan yapan hisse artık papazı bulmuştur, herkes elinden çıkarmaya bakar. 2018’de bizim piyasalarda tam bir Papaz Krizi yaşanmıştı. ‘Papaz’ kelimesini burada küçümseme, hor görme amaçlı kullanmadığı özellikle belirtmek isterim. Kamuoyuna, ‘Papazı vermeyiz!’ denilerek kur tırmandırılmış ve piyasa oyuncuları ‘Papazı vermeyecekler..’ diye düşünerek bu hikayeye yatırım yapmıştı. Piyasa oyuncuları dolar almaya (tutmaya) devam etmiş ve bir gün aniden papaz salıverilince tansiyon düşmüş, dolar düşmüş ve yüksekten dolar alanlar papazı bulmuştu. 2001’de yaşadığımız Bankacılık Krizinde ise ilk papazı bulan banka, Demirbank olmuş ve TMSF el koyduktan sonra HSBC’ye satılmıştı; bu olayı hatırlatayım..
Demirbank’ın Sandalyesini Kim Tekmeledi?
İş dünyası bazen de müzikli sandalye kapmaca oyunu gibidir. Müzik durunca, koltuklar değişir. Daha doğrusu koltuklara oturanlar değişir ve birileri ayakta kalıverir. Bir gün önce o anlı şanlı makam koltuğuna oturanlar bir de bakmışlar ki, sıradan vatandaşlar olmuşlar.
Müzikli sandalye oyununda acemi oyuncular kendilerini sahnede zannedip müziğin ritmine fazla kaptırır ve sandalyeden uzaklaşırlar. Yeni kıyafetlerini ve kıvrak figürlerini sergileme gayretine (cüretine) düşerler. Usta ve tecrübeli oyuncularsa yerlerini pek terketmez, sandalyeden uzaklaşmazlar. Bazen çaktırmadan aralarında anlaşıp birini ayakta bırakırlar. Demirbank 2001 yılında Türkiye’nin en büyük 5. Bankasıydı, parlayan yıldızıydı. Dünyanın en büyük bankalarından HSBC’nin bile iştahını kabartıyordu. Ama hızlı büyümesini ve yüksek karlılığını devlete borç vermesine (fonlamasına) borçluydu. Demirbank portföyündeki paranın neredeyse tamamıyla sabit faizli devlet kağıdı (tahvil) almıştı. Faizler birden fırlayıp elindeki kağıtlar çöp seviyesine inince likide krizine girdi. Diğer bankalar bunu fırsat bildi, zaten Demirbank’a bileniyor ve ipini çekmek için fırsat kolluyorlardı. Borç vermeyi kestiler, kendi ellerindeki kağıtları da piyasaya sürdüler ve Demirbank battı. Yani müziğin ritmine kendini kaptırmış, aşırı risk almış ve altındaki sandalyenin çekildiğini geç anlamıştı.
Kısacası; oyunlar hayatın birer simülasyonudur ama kimbilir belki hayatın kendisi de bir simülasyondur? Oyunda kalın, hoşça kalın!