‘’Eğitimime, okul yüzünden uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım.’’
Bernard Shaw (İrlandalı Yazar 1856 - 1950)
1992 yılıydı, müdür yardımcısı okulun koridorları arasında dolaşıp sınıfları denetliyordu. Lise son sınıf öğrencilerinin olduğu sınıfın kapısı açık ama içeriden hiç ses gelmiyordu. Yoksa bu ‘haylaz’ öğrenciler dersin boş olmasını fırsat bilip topluca okulu ‘kırmış’ mıydı? Zaten iyice mezuniyet havasına girmiş, özerk takılmaya başlamışlardı. Bu tavırları, diğer sınıflar için de kötü örnek oluyordu. Müdür yardımcısı suçüstü yapmanın hevesiyle sınıfa daldı ve kendisine bakan 42 çift gözle karşı karşıya geldi. Sınıfta öğretmen yoktu ama çıt çıkmıyordu. Çünkü herkes önündeki sorulara odaklanmış, üniversite sınavına çalışıyordu. Müdür yardımcısı gayet mahcup bir şekilde eliyle ‘devam edin’ işareti yaptıktan sonra sessizce sınıftan çıktı. 30 yıl önce İskenderun İstiklal Makzume Anadolu Lisesi’nde o müdür yardımcısıyla göz göze gelen şanslı öğrencilerden biriydim. 42 kişilik o eşsiz sınıftan ne doktorlar, mühendisler, bankacılar, yazarlar, iş insanları çıktı bir bilseniz; yazarlar derken kendimi saymıyorum bile..
Boş geçen dersler daha mı verimli?
Peki, neydi bu özel sınıfın ve 42 başarılı öğrencinin sırrı? Kanımızda delice akan hormon kokteyline rağmen nasıl böyle sessizce çalışabiliyor; başımızda öğretmen yokken bile sınıfımız nasıl sükûnet içinde olabiliyordu? Bu verimli çalışma ortamının mimarı öğretmenler olamazdı. Peki, okul muydu? Söz konusu yılların öğretmenlerini ve idarecilerini (Allah hepsine uzun ömürler versin!) incitmeyeceğimi umarak söylüyorum ki, okul da, yöneticiler de değildi. O dönemde; Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji gibi ‘baba’ derslerin çoğu ya öğretmen bulunamadığı için boş geçmişti ya da başka liselerden gelen geçici öğretmenler tarafından doldurulmaya çalışılmıştı. Buna rağmen tüm sınıf arkadaşlarımla birlikte tam konsantrasyon içinde geleceğimizi belirleyecek olan büyük sınava hazırlanmıştık. Müdür yardımcısının sınıfımızı ‘bastığı’ o gün, tesadüfen sessiz bir ana denk gelmişti çünkü normalde sınıf bir arı kovanı gibi olurdu. Herkes birbiriyle konuşur, tartışır ve tatlı bir rekabet ortamı içinde yardımlaşırdı. Nasrettin Hoca’nın ‘Bilenler bilmeyenlere anlatsın’ fıkrasındaki gibi; konuyu anlayan biri, anlamayan bir arkadaşına işin püf noktasını açıklar, çözüm yolunu gösterirdi. Ülke genelinde milyonlarca rakibimizle yarıştığımız üniversite sınavında hiçbir sınıf arkadaşımız yarışın gerisinde kalmasın diye samimiyetle çabaladık. Kalmadı, çok şükür!
Diploma Şart mı?
Üniversitenin ilk yıllarında çok zorlanmış adeta bunalmıştım. Bir gün kendime şunu sordum: ‘şimdi bölüm başkanı beni çağırsa, diplomamı elime tutuştursa’ ve “Hadi gidebilirsin! Artık mezunsun” dese kabul eder miyim? O anda bütün kalbimle anladım ki, etmezdim. Çünkü amacım o diplomayı değil onun temsil ettiği mühendislik unvanını almaktı. Bunun için de ciddi emek sarf etmem ve öğrendiklerimle zihnimi dönüştürmem gerekti. Artık lisede değildim, üniversite ortamı çok farklıydı. Lisede öğretmenler cevapları verir ve bu cevapları sınavda hatırlamanızı isterler. Üniversitede ise hocalar soruları verir ve sınavdan önce bu cevapları bulmanızı beklerler. Çünkü asıl mesele doğru soruları sorabilmektir. Ancak doğru sorular sizi doğru cevaplara taşıyabilir. Mesela en basit, en temel en doğru soruları çocuklar sorar. Babam neden her gün işe gidiyor? Neden erken uyumak zorundayım? İnsanlar neden sigara içiyor? Kırmızı ışıkta çocuklar ne bekliyor? Kılıçdaroğlu neden istifa etmiyor? ( Bunu oğlum sormadı, ben ekledim). Bizim kendimize sormaya cesaret edemediğimiz ya da çoktan sormayı bıraktığımız sorulardır bunlar.
Çocuklar neden çabuk öğrenir?
‘’Zeki insan doğru cevapları bilen değil doğru soruları sora-bilendir.’ A. Einstein Öğrenmenin en temel motivasyonu ‘saf meraktır’. Çocuklar hem saf (art niyetsiz) hem de meraklı oldukları için en temel soruları sorarlar. Öğrenmenin önündeki en büyük engel art niyet yani bildiğini zannetmektir. Öğretmenin amacı nedir? Kendi kafasındaki bilgileri öğrencilere transfer etmek midir? Peki, öğrenmenin amacı nedir? Yeni öğrenilen bilgiyi öncekilerle birleştirmek hatta eski bilgilerle harmanlayıp yeni bilgiler sentezlemek. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz birçok şeyi unutmayız çünkü kollektif olarak genellikle de oyun oynayarak öğreniriz. Çocuklar öğrenmeye meraklıdır. Sürekli oyun peşinde koşarlar. Son bilimsel çalışmalar göstermiştir ki, oyun oynayarak, uygulama yaparak beyindeki yeni hücre oluşumunu geliştirmek bile mümkündür.
Öğretmenler ne işe yarar?
Rivayet odur ki, Osmanlı’nın son döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış bir bürokrat şöyle demiş: ‘Şu mektepler (okullar) olmasa bu maarifi (bakanlığı) ne güzel idare ederdim!’. Bu sözü ironi yapmak için mi, mekteplerin iflah olmaz halini şikâyet için mi söylemiş yoksa beceriksizliğine kılıf uydurmak için mi bilinmez. Lakin geleneksel okul sisteminin internet çağında iflas ettiği konusunda herkes hemfikir. Kabul etmesi zor olsa da, öğretmenlerin mevcut durumu da sürdürülebilir değil. Öğretmenlerin ‘kürsüden inip’ öğrencilerin arasına karışmasının ve futbol maçındaki hakem rolünü üstlenmesinin zamanı çoktan geldi. Hakem benzetmesini biraz açarsak; klasik okul sisteminde, öğretmenin tartışılmaz bir otoritesi ve statüsü vardır. Dersi en iyi o bilir ve bildiği üslupta anlatmaya, aktarmaya devam eder. Peki, nedir onu öğrenciye üstün ve otoriter kılan şeyler? Konuları defalarca okumuş ve anlatmış olması. İşte bu tekrarlar maalesef onu öğrenciden uzaklaştıran birer engeldir. Defalarca anlattığı müfredatı o kadar benimsemiştir ki, yeni öğrenen biriyle empatisini çoktan yitirmiştir. Anlatılan yeni konuyu soru işaretiyle bakan gözlerle dinleyen öğrenci ne yapacaktır peki? Muhtemelen anlamış gibi yapacak ya da yanındaki arkadaşına soracaktır. Ama bu her zaman mümkün ve pratik değildir. Çünkü sınıfta sessizliği ve düzeni sağlamaya çalışan öğretmeni, otorite figürü olarak karşısına dikilecektir.
Profesör neden pes etti?
1984 yılıydı, Prof. Eric Mazur, Harvard Üniversitesi’nin yıldız hocalarından biriydi. Kendini Üniversitenin hatta dünyanın en iyi fizik öğretmeni olarak görüyordu. En isteksiz öğrencileri bile dönem sonunda sınavlardan geçiyor ve hocalarına yüksek notlar veriyordu. Evet, ABD üniversitelerinde öğrenciler de hocalara not veriyor. Prof. Mazur’un başarısının sırrı; konuları günlük hayattan somut örneklerle, pratik olarak anlatmasıydı. Yani ‘hocam bu günlük hayatta bizim ne işimize yarayacak?’ sorusuna yer bırakmıyordu. Yine bir gün, girdiği derste somut bir olayı örnekleyerek onu bir fizik formülüne bağladı ve kendinden emin şekilde “anlaşıldı mı?” diye sordu. Sınıfın çoğu boş gözlerle bakıyordu, anlattığı konuyu anlamamıştı. Prof. Mazur şaşkındı zira çok iyi anlattığına emindi. Dahası anlattığı konu, fiziğin en temel en basit formüllerinden biriydi. O ders, Eric Mazur’un hocalık kariyerinde bir dönüm noktası oldu. Konu kendisi için ne kadar basit, anlattığı formül ne kadar bariz olursa olsun yeni öğrenenler için karmaşık ve zordu. Farklı örnekler, farklı yaklaşımlarla formülü yeniden ve yeniden açıkladığı halde hala anlamayanlar olduğunu gördü. İşte o anda Nasrettin Hoca’yı hatırladı ve ‘anlayanlar anlamayanlara anlatsın!’ dedi. Şaka tabii ki, Prof. Mazur’un Nasrettin Hoca’dan haberi yoktu lakin Hoca’mızın Bin yıl önce kullandığı taktiği yeni keşfetmişti.
Jeton neden geç düşer?
Sınıfa beş dakika süre ayırıp kendi aralarında tartışmalarına izin verdi. Farklı görüşte olanları eşleştirip birbirlerini ikna etmelerini istedi. Beş dakika sonra sorduğunda sınıfın tamamı konuyu ve formülün püf noktasını kavramıştı. Prof. Mazur olanlara inanamıyordu; Bir profesörün 15 dakika boyunca izah edemediğini, konuyu yeni öğrenenler 2 dakikada nasıl yanındakine anlatabildi? O günden itibaren ders işleme yöntemini komple değiştirmeye karar verdi. Ders notlarını önceden paylaşıp, konuyu önden çalışmalarına olanak sağladı. Öğrencilerin bu notları sadece okuyarak anlamayacağı aşikârdı ama kafalarında birçok soru işareti ve öğrenme isteğiyle derse girmelerini amaçlıyordu. Yani önceden soruları veriyor, ders sırasında cevaplarını bulmalarına aracı oluyordu. Ama gerçek yardımı birbirine sağlayan öğrencilerdi. Burada asıl amaç; ‘jetonun düştüğü’ yani öğrencinin kafasında ‘ampulün yandığı’ kritik ‘ahha!’ anını derste yakalatmaktı. Ders sırasında herkes birbirinden öğreniyor, diğerinin eksiğini tamamlıyordu. Tıpkı yazımın başında anlattığım, lise sınıfımız gibi.
İnovasyon eskiden yasak mıydı?
Okullar insanlık tarihinde çok yeni kurumlardır aslında. Onlardan çok önce ‘çıraklık’ yöntemi vardı. Hatta ilk ustalar, babalarımızdı; zanaatkârlık da babadan oğula geçerdi. ‘’Sen kimin oğlusun?’’ sorusu, kimliğimizi gösteren kritik sorulardan biriydi. Çömez, işin püf noktasını ustadan, babadan kapardı. Endüstri devrimiyle birlikte, seri üretim ve bant sistemi okullara da girdi. Çıraklık usulüyle her öğrenciyi tek tek eğitmeye zaman yoktu. Gerek de yoktu çünkü sistemin ihtiyacı yaratıcılık ve insiyatif değil, standart ve bol üründü. Bu standart üründen kısa zamanda mümkün olduğunca çok üretip tüketiciye satmaktı. Her çırağa bir usta bulmak mümkün olmayacağı için bir ustanın onlarca çırağa iş gösterdiği modele geçildi. Bu modelin kritik noktası; sadece bilmesi gerektiği kadar öğretmekti. Çırak işin tamamını öğrenir, büyük resmi görecek kadar deneyim kazanırsa ‘mazallah’ inisiyatif kullanmaya ve işin içinde değişiklik yapmaya yeltenebilirdi. İnovasyon sözcüğünün icat edilmediği dönemlerde bu davranış asla hoş görülmezdi. Uzmanlaşma denilen olay; aynı şeyi yüzlerce kez yaparak kazanılmış otomatik bir ezberdi. Tıpkı okulda öğretmenin aynı konuyu defalarca işledikten sonra kendini uzman sanması gibi. Fabrikada parça başı ücret alan işçinin okuldaki karşılığı, doğru cevapladığı her soru için sınavda puan alan öğrenciydi.
Bal yapmayan arı mı?
Yapay zekâ ve robotların bizi işsiz bırakmaması için eski tip eğitim, öğretim sistemine dönmemiz gerekiyor. Yani usta-çırak ilişkisine ve yaptığımız işin her detayına hâkim olabilmeye. Uzmanlığımızı mikro ölçekten makro ölçeğe taşımamız gerekiyor. Marifet aynı işte aynı sektörde yıllarca çalışmak değil sektörler arası geçişler yapabilmek. Bu sayede farklı sektörlerden farklı disiplinlerden bilgi ve uygulamaları taşıyarak yenilikler yapmak mümkün olabilir. Tıpkı arıların polen taşıması gibi; en güzel bal, en çok çiçekten polen toplayıp karıştırılan baldır. ‘Bal yapmayan arı’ tabirini duymuşsunuzdur; çok çalışan, efor sarf eden ama sonuç, çıktı üretemeyen kişiler için kullanılır. En çok da futbolda; çok koşan, rakip kaleye çok giden ama gol üretemeyen oyuncular için söylenir bu tabir. Çünkü günümüzde insanlardan beklenen çok çalışmaları değil sonuç üretmeleridir. Bu hedef baskısı bazen çalışanları yıpratsa da gerçek böyledir. Lakin gol atmak için, ezberlenmiş taktikler yerine, defansın beklemediği atraksiyonlar yapmak ve rakibi gafil avlamak gerekir.