EYVAH! SOLCULAR MI GELİYOR?

30 okunma Haziran 2022

Hayatın sürprizleri insanın hayal gücünü aşar.

Geçen ay 15 günlük bir iş seyahati için Güney (Latin) Amerika’ya gittim. İstanbul havaalanından kalkan uçağımız 13.5 saat süren uçuşun ardından Kolombiya’nın başkenti Bogota’ya indi. Bogota’da bizi karşılayan rehberimiz İskenderun’lu Mithat Can (Mito) kardeşimdi. 3 yıl önce Bogota’ya yerleşen Mito, Kolombiya’ya iç güveyisi olarak gitmişti. Bu yazımda ve ölmez de sağ kalırsak Temmuz sayısında  sizlerle Latin Amerika izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. İçinde aşk, macera, tarih, coğrafya, siyaset ve antropoloji dahil onlarca konuya dokunan bu iki yazımı keyifle okumanızı dilerim. Vamonos! (Hadi gidelim!)

Madenli ne yana düşer Usta, Bogota ne yana?

Bogota’daki müşteri ziyaretleri için bir rehber ararken, Kolombiya Büyükelçiliği’mizden gelen listeye baktım. Nedense Mithat’ın ismi bana sıcak geldi. Kendisiyle yazışmaya başladım ve İskenderun’lu olduğunu öğrenince kısa bir şok yaşadım. Annesi Arsuz Madenli Beldesinden olan Mito ile neredeyse akraba çıkacaktık. Mito’nun 2 yıl süren sosyal medya arkadaşlığı sonrası Bogota’da yaşayan kız arkadaşını İskenderun’a davet etmesi ve ailesiyle tanıştırması hikayesi beni çok etkiledi. Ama asıl etkileyici ve cesaret verici olan Mito’nun her şeyi göze alarak onun peşinden gitmesiydi. İspanyolca bilmeyen Mithat 2 yıl boyunca müstakbel eşiyle olan diyaloğunu çeviri programıyla sürdürmüştü. Aşk nelere kadirdi!. Mito’ya Kolombiya’da ekonomi ve iş hayatını sorduğumda; Haziran’da yapılacak seçimden bahsetti; Solcuların iktidara geleceği beklentisi, geniş bir kesimi tedirgin ediyormuş. Latin Amerika’da sol iktidar demek; kamulaştırma, dışarıdan gelen sıcak paranın kesilmesi ve yerlilerin de yatırımı durdurması anlamına geleceği için durgunluk beklentisi hakim olmuş.

Mektupla evlilik olur mu?

Bogota’daki görüşmeleri bitirip Şili’nin başkenti Santiago’ya uçtuk. Santiago da bizi bir başka Türk rehber Saim Özgürler bekliyordu. Kendisiyle tanışmadan önce google’da kısa bir tarama yapmış ve şu haberle karşılaşmıştım;

Saim Özgürler, 1980’li yılların başlarında henüz liseye giden gencecik bir öğrenciyken İngilizce öğrenmeyi kafaya koyar. Bu amaçla değişik ülkelerden mektup arkadaşı adresleri gönderen bir yabancı kuruluşa başvurur. Gönderilen ülkeler arasından tercih yapması istenmektedir. Genç Saim Peru’yu tercih eder. Peru adını o sıralarda Türkiye’de çok ünlü olan fantastik yazar Erich Von Daniken’in kitaplarından öğrenmiştir. Kısa süre sonra bu kuruluştan gelen ikinci zarftan, tıpkı kendisi gibi lise öğrencisi olan Perulu bir genç kızın adresi çıkacaktır. Saim alır kalemi eline ve Peru’daki meçhul kişiye kırık dökük İngilizcesiyle kendisini ve Türkiye’yi anlattığı ilk mektubunu gönderir. Bu arada zarfın içine bir de vesikalık fotoğrafını koyar. O devirde internet, e-mail ya da cep telefonu olmadığı için mecburen en makul iletişim aracı mektuptur. Yaklaşık iki ay sonra Lima damgalı ilk mektup gelir. Aynı şekilde, gelen zarfın içinden de vesikalık bir fotoğraf çıkar. İki “mektup arkadaşı” tam üç yıl boyunca durmaksızın yazışır ve birbirlerine sürekli ülkelerini, gündelik hayatlarını ve gelecekteki ideallerini anlatırlar. Zaman içinde giderek yazışmaların içeriği de değişmekte, duygusal satırlara dönmektedir. Sonunda, siyah-beyaz fotoğraf haricinde birbirlerini hiç görmeyen bu ikiliden İstanbullu olanı sürpriz bir mektup gönderir Peru’nun başkentine. Mektupta bir tek cümle vardır: “Benimle evlenir misin?” Birkaç hafta sonra gelen cevap ise aynen şöyledir: “Evet, evlenirim. Ancak ben Türkiye’ye gelecek parayı asla bulamam ki!”.

Türkler mi daha romantik, Latinler mi?

O mektuptan sonra Saim’in hayattaki en büyük amacı, kendisini Peru’ya götürebilecek parayı biriktirmek olur. “Bütün hedefim beni Lima’ya götürecek birkaç bin doları toplamaktı, bunun için deliler gibi çalıştım.”. 1986’nın bir yaz günü Lima havalimanına iner inmez cebindeki az miktarda parayla bir taksi tutar ve doğruca “yavuklusunun” bildirdiği adrese gider. Limanın kenar mahallelerindeki evi bulur, kapıyı çalar ve karşısına çıkan akranı Maria’ya şöyle seslenir: “İşte sonunda geldim! Ben Saim, el Turco!”. Maria’nın yoksul anne-babası adını bile bilmedikleri çok uzaklardaki bir ülkeden çıkıp gelen bu delikanlının öyküsünü dinleyince, “Eh, pes doğrusu, sen romantizmde biz Latinleri bile aşmışsın” derler ve fazlaca sorun çıkarmadan kızlarının Saim ile evlenmesine izin verirler. Tabiî, hayatın bundan sonraki bölümü Saim ve genç eşi için hiç o kadar romantik geçmez. Birbirlerini delicesine seven bu iki insan, evliliklerinin özellikle ilk yıllarında büyük maddî sıkıntılar yaşarlar. İspanyolca konuşulan Peru’da ilk aylarda iletişim kurmakta bir hayli zorlanan Saim, kıvrak zekası ve deli cesaretiyle bu sorunu aşar ve kısa zaman içinde sular seller gibi İspanyolca öğrenir. 

Mektup Aşkı hikayesi yalan mı?

Saim Bey’e Santiago’daki ilk buluşmamızda yukarıdaki dokunaklı hikayeyi sordum. Haberi yazan Gazeteci’nin romantik hayal gücünün ürünü olduğunu ve gerçeği yansıtmadığını söyledi. Hikâyenin sadece son kısmı doğruydu; İspanyolca öğrenmek için 2 yıl boyunca uğraşmış; kıvrak zekası ve deli cesareti sayesinde, karşısına çıkan iş fırsatlarını değerlendirmeyi başarmıştı. Gerçek hayatı pek romantik olmasa da son derece ilginç ve ilham vericiydi. 8 gün boyunca müşteri gezdik, yedik içtik ve derin sohbetler yaptık. Saim Bey’in maceralarını ve ilginç anekdotlarını dinlemeye doyamadık. ‘’Benim gözüm hep dışarıdaydı’’ diyor. Evden ilk ayrılma denemesini 6 yaşındayken yapmış; ‘’Akşam cebime doldurduğum birkaç parça yiyecek ile evden çıktım, mahallede iki tur atıp geri döndüm. Baban da çaktırmadan peşimden gelip beni izlemiş. Yine çocukken, Atlantik’i tekneyle geçen ilk Türk olan Sadun Boro’nun anılarını okurdum ve daha sonra tarihte okuduğumuz kaşiflerin maceraları ile beraber tüm bu hikayeler benim geleceğimin belirlemiş ve karakterimi yoluna oturtmuştu. Beni hemen denizci yapmadı ama bilinmeyen denizlerde seyir etmeyi de bende adet haline getirdi.’’ Soyadı gibi özgür ruhlu bir insan; azimli, kararlı, tam bir dünya vatandaşı.

İsmet İnönü ile denize girdi mi?

1960 doğumlu, Maltepe’de doğduğu için çocukluğu Maltepe İstanbul sahilinde geçmiş. ‘’Yazın her gün denize girerdik, Milli Şef İsmet İnönü de her yaz oğlu Ömer İnönü’nü evine gelir bir kaş gün kalır meşhur çivilemesini yapardı. Biz zaten çok yakın otururduk. Sabahları evin iskelesinin yanında sıra olur paşamızı görmek istedik o da bizimle biraz sohbet eder, halimizi, okulumuzu sorar ve iskeleye doğru yürüyüp o meşhur çivileme atlayışını yapardı. Bir sabah yine bekledik ama gelmedi, rahatsız olduğu için doktoru o gün yüzmesine izin vermemiş. Paşa’nın inatçı yapısını hepimiz biliyoruz o gün öğleden sonra denize girmek istemiş ve o saatte de denizde benden başka kimse yok; evin bahçesinde hareketlenme görünce çabucak yüzerek iskelenin önüne vardım o da doktorları ve korumalarıyla beraber iskelenin ucuna varmıştı. Doktorlar bir taraftan Paşam girmeyin deniz soğuk sağlığınıza zarar vereceksiniz derken beni denizin içerisinde görünce bana döndü ve: evladım su soğuk mu?’ diye sordu. Arkadan doktoru bana işaret yapıyordu; ‘evet de! evet de!’. Ben de ‘paşam su soğuk’ dedim, diyaloğumuz devam ediyordu ve bana “sen niye yüzüyorsunuz o zaman?’ diye sordu. ‘ben sizi görmek için suda bekledim paşam’ Diyerek o yaştaki çocuk için tarihi olan cevabı verdim, sonra detaylarını net olarak hatırlamadığımı diyaloğumuz devam etti ve ardından paşa veda edip köşke geri döndü. 1983 senesinde yurtdışına çıkmayı iyice kafaya koydum. O zamanlar adını hatırlayamayacağım eski bir bakan Peru’nun Fahri Konsolosluğunu yapıyordu. Yanlış hatırlamıyorsan Mecidiyeköy’de ofisi vardı. Vize talep etmek için onun ofisine gittim. O bir taraftan pasaportuma damgaları vururken bende diğer taraftan merakımı gidermek için kendisine sordum: ‘Peru’ya giden oluyor mu?. ‘Olmaz mı! Diyerek kayıtları tuttuğu bir defteri çıkarttı ve geçen yıl bir kişi, gitmiş ondan önceki yıl bir kişi daha gitmiş, ondan önceki yıl iki kişi daha gitmiş diyerek sıralamaya başladı. O anda gülmemeye çalışırken ‘İyi o zaman bu seneki kontenjanı da ben kullanayım’ demekten kendimi alıkoyamadım. Birkaç gün sonra da  Pasaportuma bastığı vize ile Lima’ya uçtum. Havaalanında Pasaportumu 10 görevli elden ele dolaştırdı, hepsi de  ‘bu vize geçerli midir sahte midir ? diye bir birlerine bakışıyorlar benim pasaportu elden ele dolaştırıyorlardı. En sonuncusu, en kıdemlisiydi sanırım; ‘bırakın geçsin!’ der gibi bir işaret yaparak Peru’ya girişimi gerçekleştirdim.

Kaç ülkenin Vatandaşı?

Rahmetli babası Kırım göçmeniymiş, Tatar asıllıymış ve Usta bir terziymiş. Kazım paşa deniz dikim evinden emekli olmuş. Terzilik üzerine kitaplar yazmış. Deniz Kuvvetleri subay üniformalarını tasarlayıp dikermiş. Annesi Romanya doğumlu. 5 yaşındayken Türkiye’ye göç etmiş. Romanya Kraliyet doğum belgesi sayesinde Rumen ve dolayısıyla da AB vatandaşlığına otomatik olarak hak kazanmış. Brezilya’ya Portekizce öğrenmeye gidiyor ve gitmişken üniversiteye yazılıp Antropoloji okuyor. Gezimiz sırasında karşılaştığımız insanlara bakıp etnik kökenini şıp diye tahmin ediyor. Hepsi Latin Amerikalı ’da olsalar fiziki özellikleri çok değişik. ‘’kiminin alnı geniş kiminin rengi çikolata kiminin daha teni daha koyu siyah.’’. Peru ve Şili’de rehberlik, yeminli tercümanlık, İspanyolca ve Portekizce ’den çeviriler yapıyor. Başta Savunma Sanayi, madencilik ve ilaç sektörü olmak üzere birçok sektörlerden Türk ve uluslararası şirketin Güney Amerika temsilciliğini yürütüyor. Aralarında Savunma Sanayinde çalışan Bosna Hersekli bir şirket dahi var. ‘’Ben Lima’ya geldiğimde Peru’da büyükelçiliğimiz bile yoktu, kurulması için yıllarca büyük uğraşlar verdik, “kişisel katkım çok büyük olmuştur” diyor.

Konserve kutusundaki iş fırsatı neydi?

‘Lima’ya geldiğinde planın neydi? Ne iş yapmayı düşünüyordun?’ diye soruyorum. ‘’Bir planım yoktu, tek amacım bir an önce İspanyolca öğrenmekti. Ucuz bir otele yerleştim ve fırsat kovalamaya başladım’’. Beklediği fırsat hiç beklenmedik bir yerden gelmiş. ‘’Bir gün Konserve almak için markete girdim, kutunun üzerinde İstanbul markası yazıyordu. Türkiye’den ithal edildiğini düşündüm ve arkasını çevirip ithalatçının adını adresini okudum. Sonra gidip Filistinli olduğunu öğrendiğim ithalatçıyı buldum ve yanında çalışmak istediğimi söyledim. “Eduardo Simon ile 40 yıla yaklaşan dostluğumuz ve iş ortaklığımız böyle başladı ama markette gördüğüm İstanbul markalı tahin, helva ürünlerinin de Türk malı değil Brezilya malı olduğunu da öğrenmiş oldum”.  Diye anlatıyor. Yıllarca onun yanında çalışıyor ve onun ithal ürünlerini Peru’da, Güney Amerika’da pazarlıyor. 3 yıl sonra vatandaşlık alabilmek için ilk evliliğini yapıyor, eşi İtalyan asıllı, bu evliliğinden doğan iki oğlu da (Emir ve Bilge) otomatikman İtalyan vatandaşı oluyorlar. ‘Kaç evlilik yaptın?’ diye sorduğumda bir kaç saniye durup düşünmesi beni kahkahaya boğuyor. ‘Torun var mı?’ diye sordum; ‘’dede olmak için çok erken, daha yapmak istediğim çok şey var.’’ diye cevap verdi.

Solculardan neden nefret ediyor?

Şu anda Peru’da Sol görüşlü bir iktidar var. Saim, seçime şaibe karıştırdıklarını ve YSK’daki komünist ideolojiye sahip bazı hakimlerin de buna çanak tuttuğunu iddia ediyor. ‘Kanıtın var mı?’ diye soruyorum; “İtiraflar var!’’ diye yanıtlıyor.

Saim Solcu politikacılardan nefret ediyor! Ayrıca solculuğun ve komünizmin ne olduğunu bilmeden eline kalem alıp yazı çizen yazar, gazeteci, tercüman kim varsa sosyal adalet savunmacısı çıkıp düşüncesini solculuğa bağlıyor. Bunların çoğu buralarda havyar takımı dediğimiz solcular. Uçaklarda birinci sınıfta yolculuk yaparlar, wisky içip havyar yerler, hayatlarını gene kurdukları sivil toplum örgütleri vasıtasıyla fakir fukaranın sırtından kazanırlar. İşte yukarıda bahsettiğim yazar çizer solcu takımı da bu grupta kendilerine yer arayıp geleceklerini garanti altına almak isteyen çakma solculardır.

Avrupa ya bakıyoruz hepsinde sosyal adalet mevcut eksikleri veya fazlasıyla ama bir tane komünist ülke göremiyoruz. İktidarında sol görüşlü partileri olanlar var ama hiç birisi komünist ülke değil dahası diktatörlükle yönetilen ülke yok. Bana göre sosyal adalet kapitalizm de uygulanabilir bunun için devletin kendisi hakem solü oynamalı ve ekonomik oyunlara kaideler getirmelidir, getirmeli ki kimsenin hakkı yenmesin herkes kazansın diyor.

Kırmızı ışıkta kucağında çocuğuyla dilenen Venezuela’dan gelmiş kadınları gösteriyor. ‘’Bunlar yürüyerek gelmiş buraya’’ diyor; ormanlarda, yollarda yatarak 2000 km yürümüşler ve aileleriyle gelip Peru’ya, Şili’ye sığınmışlar. ‘Venezuelalı olduğunu nasıl anladın?’ deyince ‘’Boşuna mı antropoloji okuduk!’’ hepsini fiziki özellikleri farklı diyor. ‘Bunlar Güney Amerika’nın Suriyelileri öyleyse?’ diyorum, başıyla onaylıyor. ‘’Ama savaştan değil solcuların kötü yönetiminden kaçmışlar’’ diyor. ‘Haklısın!’ diye ekliyorum; ‘kötü yönetim bir ülke için savaştan daha kötüdür çünkü iç savaş ya da darbeye zemin hazırlar maalesef. Kötü yönetimin sağı, solu ideolojisi olmaz! Diyorum; “Ama maalesef sağın kötü yönetimi solun iktidara gelmesine sebep oluyor, ama solun milliyetçiliği ideolojik milliyetçilik aynı İslami milliyetçilik gibi fakat her ikisinde de baktığımızda bizim anladığımız anlamda milliyetçiliğinin zerresi yok. Birisi tüm dünya komünist olsun birlik olsun derken diğeri de tüm Dünya islam olsun birlik olsun dirlik olsun diye yanıp kavruluyor bunlar bana göre varılması güç ütopiler. Kimse bir ideoloji için inancını kültürünü bırakmaz. Avrupa Birliğine bakın binlerce yıldır birbirini yiyen milletler kendi kültür ve inançlarından ödün vermeden nasıl birleştiler!! Diye cevaplıyor. Daha sonra bana Peru’yu yıllarca kana bulayan ve gençlerini devşirip dağa çıkaran ‘Işıklı Yol’ terör örgütünden ve bu günkü iktidarın bu terör örgütünün devamı olduğundan bahsediyor. Ama bundan bahsederken de hayata bakış açısını değiştiren ve örgüt birimleri ile arasında geçen geçen bir olaya da dokunmadan edemiyor. Ama bu olayı ve avcılık hikayelerini de bir sonraki yazıda anlatayım. Güney Amerika turumuz önümüzdeki sayıda devam edecek, hoşçakalın.