Bir toplulukta herkes aynı fikirdeyse, kimse düşünmüyor demektir. Walter Lippmann, (1889—1974) Amerikalı gazeteci yazar.
Rivayet odur ki, Albert Einstein ve Marilyn Monroe bir akşam davetinde aynı masada otururlar. Birkaç kadeh şampanyadan sonra Marilyn Albert’e o şuh bakışlarıyla bakar ve şu enteresan teklifi yapar; “Sizden bir bebek yapmak isterdim. Düşünsenize, benim güzelliğimde ve sizin zekanızda bir çocuk mükemmel olmaz mıydı?” Einstein ince zekasını konuşturarak onu yanıtlar; “Peki ama ya tersi gelirse korkunç olmaz mı; güzellikte bana ve zeka olarak da size çekerse?”
Yöneticiler soylulardan mı seçilmeli?
Muhtemelen Marilyn Monroe ve Einstein hiç bir araya gelmedi ve yukarıdaki diyalog esprili bir dedikodudan ibaretti. Ama Monroe gibi düşünen bilim adamları bile olmuştu. Psikoloji ve istatistik alanlarındaki önemli isimlerden biri olan (Darwin’in kuzeni) Sir Francis Galton da, seçici evlilikleri (çiftleşmeyi) savunuyordu. Cins hayvanlar üretmek için özellikle atlarda ve köpeklerde yüzlerce yıldır uygulanan bu yöntemin insanlarda da etkili olacağını savunuyordu. Galton’a göre bir toplulukta en zeki ve sağlıklı olanlar; soylular arasından ve seçici çiftleşme sonucu doğanlardı. Dolayısıyla, Yöneticiler de bu bireyler arasından olmalıydı. 1907 yılında bir sabah Galton bu ‘seçkinci’ fikirlerini kökünden sarsacak bir olaya tanık oldu. Bir kasaba panayırında bir ağırlık tahmini yarışması yapılıyordu. Bir öküzün kilosunu tahmin etmeye çalışan köylülere, yaptıkları doğru tahmin karşılığında ödül vaat edilmişti. 787 kişi bu tahmin yarışmasına katıldı. Tahminde bulunanlar arasında, öküzler konusunda uzman sayılacak birkaç kasabın dışında, civarın köylüleri vardı. Galton bu yarışmayı siyasi bir oylamaya benzeterek şöyle düşündü: ‘Ortalama bir köylünün, öküzün kilosunu tahmin etme şansı, ortalama bir oy verenin, ülkesine faydalı olanı seçebilme olasılığına benzer”. Bu fikir size tanıdık geldiyse ‘’Dağdaki çobanla benim oyum bir olur mu?’’ diyen Aysu Kayacı’yı hatırladınız demektir, tebrikler!
Öküz tahminini kim kazandı? Galton bu öküz tahmin oyununu bir fırsat olarak gördü “Oy veren ortalama bireyin” aslında ne kadar beceriksiz olduğunu kanıtlamak amacıyla bu yarışmayı bir deneye dönüştürdü. Galton tüm yarışmacıların tahminlerini toplayıp, ortalamasını buldu. Yarışmacıların tahminlerinin ortalaması 544 kg .olarak çıkmıştı. Öküz tartıldı ve gerçekten de 544,5 kg. geldi. Toplu tahmin mükemmel denebilecek bir sonuç vermişti…Galton sanırım yarışmayı kazanamadı çünkü bu tahmin en çok onu şaşırtmıştı. Ama bir bilim insanı olarak şu sonucu çıkardı; tek tek bireylerin seçimleri birbirinden çok farklı ve bazıları çok alakasız olsa da bunların ortalaması alınınca sonuç çok isabetli çıkabiliyordu. İşte buna çoğunluk aklı veya ‘Kalabalığın Bilgeliği’ diyoruz. Lakin bunu ‘ortak akıl’ yani konsensüs (uzlaşma) fikriyle karıştırmayın, o başka bir şey. Burada altı çizilen iki nokta; katılımcının çok olması ve katılanların birbirinden bağımsız olması. Bu yöntem biraz da yazı tura atmaya benziyor aslında; atış sayısı ne kadar fazla olursa, yazı ve turanın eşit yani % 50-50 gelme olasılığı artıyor. Paranın hafızasının olmadığı yani atışların birbirini etkilemediği akılda tutulmalı. Zarlar için de böyledir bu durum: hiçbir atış diğerini etkilemez, zar hileli değilse elbette. Kitlenin kolektif aklının doğru ya da olumlu bir sonuç vermesi için de tahmin yapan bağımsız birey sayısının artması gerekir. Ama bu pratikte birçok durumda imkansızdır. Çünkü bireyler nadiren bağımsız düşünürler ve nadiren birbirlerinden etkilenmeden karar verirler. Bireysel hafızaları da toplumsal bellekleri de çoğu zaman işe karışır. Uzlaşmaya ve ‘sürüye uymaya’ meyillidirler.
Kimse bulmacayı tek başına çözemez mi? Ortamda bir ‘kanaat önderi’ varsa herkesi manipüle ediyor yani diğerleri bu kişinin tavrına ve kanaatine göre pozisyon alıyor, fikir beyan ediyor. Kadınların ortamında bu ‘etkileşim’ çok daha belirgin oluyor. Peki, herkesin fikri, bilgisi neden gerekli? Çünkü Hayat sonsuz parçadan oluşan Büyük bir Bulmacaya (puzzle) benziyor. Evrendeki her canlı, onun bir parçasını taşımakta, tanımakta veya bilmektedir. Her birimizin yaşamla ilgili bilgisi özel ve eşsizdir. Nasıl ki, bulmacanın her parçası eşit önemdedir, her bir parçası da büyük resmi tamamlamak için gereklidir. Hiç kimse Büyük Bulmacayı tek başına çözemez! Hiçbir parça bir diğerinin yerini tam olarak dolduramaz, tamamlayamaz. Büyük resim (bulmacanın tamamlanması) neden önemlidir? Çünkü ona ne kadar çok yaklaşırsak her birimiz kendi parçamızın ne işe yaradığını ve neyi temsil ettiğini öğrenme fırsatını bulabiliriz. Çünkü herkes büyük resmin bir taslağını içinde (zihninde) barındırmaktadır. Hologram teorisi böyle diyor; parçalar yerli yerine oturdukça (evrenin sırları birer birer açıklandıkça) bu taslaktaki boşluklar her birimizin zihninde tamamlanır. Eşitliğin ve kardeşliğin felsefesi budur.
Çoğunluk Aklı her zaman işe yarar mı? ‘Kim Milyoner olmak ister’ yarışmasını izlemişsinizdir; pandemi öncesinde seyircili oynanıyordu ve ‘seyirciye soralım’ jokeri vardı. Genel gözlemim şudur ki; seyirci jokerini ilk 3,4 soruda kullanırsanız faydası oluyor sonrasında işe yaramıyor. Deyim, atasözü, şarkıcı, tv dizisi gibi ortak hafıza ürünü şeyleri doğru yanıtlıyor seyirci. Uzmanlık ve detaylı bilgi isteyen ileriki sorularda çuvallıyor. Bir diğer handikap ‘etkilenme’ meselesi; evet elektronik oylamayla kendi yanıtını tuşluyor seyirci evet diğerlerinin cevaplarını bilmiyor ama yarışmacının yaptığı yorumlardan etkilenmedikleri söylenebilir mi? Ortak akıl veya çoğunluğun aklı üst düzey yarışmalarda işe yaramıyor. Bir topluluğun ‘toplam’ zekası, grup içinde en zeki olanınki kadar olabilir. Yani zekalar birleştirilemez ve toplanamaz. Derin uzmanlık ve yüksek yaratıcılık gerektiren işlerde kalabalığın bilgeliği maalesef işe yaramaz. Mesela satrancı ele alalım; Dünya şampiyonu Rus oyuncu Gary Kasparov’un Dünya’ya Karşı oynadığı maçı. 1999 yılında internet üzerinden yapılan karşılaşmaya 75 ülkeden 50.000 oyuncu katıldı. Her bir hamlenin çoğunluğun oyu ile yapıldığı maçı büyük usta Kasparov 62 hamlede kazandı. İnsanlık tarihine baktığımızda en sıra dışı fikirlerin ve çığır açan ilerlemelerin çoğunluktan aykırı düşünen zekalar tarafından gerçekleştirildiğini görüyoruz, tıpkı Einstein gibi…Çünkü yaratıcılık, vasattan (ortalamadan) bir sapma olarak ortaya çıkıyor ve sürüden ayrılmayı gerektiriyor. Kasparov'a karşı 50 Bin kişi de oynasa o kazanıyor. Burada 2+2 nin 4 etmediği dünyaya tanık oluyorsunuz; Kuantum dünyası bu. Çünkü bu dünyada toplama işlemi yapılamıyor, binlerce vasatı toplasanız da içlerinden bir üstün çıkamıyor. Sonsuz bir duvar ve bu duvarın önünde zıplayan yan yana sonsuz insan düşünün. Bu sonsuz insanın sonsuz tane başarısız sıçraması bir başarı etmiyor yani çabaları toplanamıyor. Aralarından birisi bir yolunu bulup da duvara çıkmayı başarırsa, elini uzatıp birini daha kurtarabiliyor. Sonra o da bir başkasına el uzatıyor ve bu böylece artıyor. Ama bu çok nadir olan bir şeydir çünkü herkes ona duvarı aşmanın imkansız olduğunu söyleyecektir. Bazıları daha da ileri gidip, onu suçlayacak ve duvarı aşmanın saygısızlık, bozgunculuk hatta ‘dinsizlik’ olduğunu ilan edecektir. Tıpkı dünyanın düz olmadığını, güneşin dünya etrafında dönmediğini söyleyen ve aya seyahat etmeyi düşleyen ilk insanların başına geldiği gibi…