CAN’I SEN Mİ VERDİN Kİ?   

30 okunma Ağustos 2020

Bu ülkede dört şey olmayacaksın:                                                                             

Kadın, çocuk. ağaç. sokak hayvanı. Yaşar Kemal

Avlamak için ihale açılır mı?                                                                                              

Temmuz ayında ülkemizin gündemini yine iş kazaları, kadın cinayetleri, çocuk istismarları ve çevre felaketleri işgal etti. Bu çılgın gündem içinde kendine pek yer bulamayan bir haber beni derinden sarstı. Ormanları korumaktan sorumlu olan bakanlık 18 adet Geyiğin ekolojik dengeyi bozduğuna hükmetmiş ve vurulmaları için ihale açmıştı. Haberin içeriği şöyleydi: Tarım ve Orman Bakanlığı Eskişehir Şube Müdürlüğü tarafından açılan ihale ile Eskişehir’de 18 kızıl geyik vurulacak. 6 ayrı bölgede yapılacak 18 geyik vurma ihalesi için 513 bin lira muhammen bedel biçildi. Tarım ve Orman Bakanlığı'nın ülke genelinde yüzlerce yabani hayvanın ‘av turizmi' adı altında vurulmasına izin verilmesine tepkiler sürüyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı 15’inci Bölge Müdürlüğü, Tunceli'de de dağ keçilerini avlatmak için ihale açmış, durum büyük tepki çekmişti. Tepkilerin ardından Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nden yapılan açıklama şöyleydi, “13 Temmuz tarihinde yapılacak olan ihale iptal edilmiş olup hazırlanacak rapor sonucuna göre hareket edilecekti”. Demek ki; betona gömülen tarım arazilerinden, kurutulan göllerden, kirletilen nehirlerden, doğranan ormanlardan ve blok blok parçalanan dağlardan sonra keçilere, geyiklere gelmişti sıra. Onların canına da fiyat biçilmişti.

Erkeklerin hakkı yok mu?                                                                                         2014 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de Konya’lı bir pizza ustasıyla tanıştım. Yemeğimizi yerken sohbet ettik; 20 yıl önce buraya gelmiş ve İsveç’li bir bayanla evlenip vatandaşlık almıştı. ‘’Bu ülkede en çok güneşi özlüyorum’’ diye başladı ve ‘’Memlekete dönüp anamın dizinin dibinde oturmayı’’ diye devam etti. Anlattıklarından burada pek mutlu olmadığını sezdim, sebebini bana şöyle açıkladı: ‘’Burada her şeyden önce çocuk hakları gelir. Sonra kadın hakları ve köpek hakları, ağaç hakları ve beşinci sırada da erkek hakları geliyor’’. Aklıma edebiyatımızın büyük çınarı Yaşar Kemal’in yukarıdaki sözleri geldi. Türkiye’deki sıralamanın tam tersiydi İsveç’teki ve annesi tarafından pohpohlanmaya alışmış Anadolu ‘delikanlısı’ bu sıralamayı bir türlü hazmedemiyordu. ‘Ağaçların hakkı nasıl benden önce gelir?’ diye düşünüyordu.

Ceviz Ağacı konuşur mu?                                                                                          Edebiyatımızın ‘Mavi gözlü dev’i Nazım Hikmet, Anadolu’nun bir köy mezarlığına gömülmek istemişti, ‘’mezar taşı falan da istemem, tepemde bir çınar olsun yeter’’ demişti. Kendisini bir Ceviz Ağacı’ olarak hayal etmiş ve şu efsanevi dizeleri yazmıştı:                    Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.                                                                         

Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında…                                                          

Peki ya şu satırlara ne demeli:                                                                                     

'Ağacın altında gölgede dinlenen ihtiyar bir amca,                                                     

Kalkarken ağaçtan helâllik istedi.                                                                         

Elindeki suyu ağaca döküp gitti. Sahi, vefa neydi?                                                                            Yaşlı amca, gölgesinden faydalandığı ağaca bile bir vefa borcu olduğuna inanmıştı.  

Her şeyin fiyatı var mı?                                                                                                 

İnsan sayıları (rakamları) icat etti; çevresindeki şeyleri saymaya ve sınıflandırmaya başladı. Ağaçları topladı ‘orman’ dedi, kendisiyle ‘soy’ bağı olmayanları çıkardı ‘kabile’ dedi. Ektiği toprağın eniyle boyunu çarptı ‘tarla’ dedi ve avladığı hayvanın etini kabilesindeki kişi sayısına böldü ‘ganimet’ dedi. Böylece çevresinde işine yarayan nesnelerin kayıtlarını tutabilecekti. Zamanla her şeyin sayılabilir, ölçülebilir olduğunu düşünmeye başladı; her şeyi rakamlarla temsil etmeyi öğrendi, dijitalleştirdi. Takas ekonomisinde değiş tokuş edilecek malları kıyaslamak için ölçü ve miktar bilgisi elzemdi. Sonra ticareti kolaylaştırmak için parayı icat etti ve her şeyin değerini onunla ölçmeye başladı. Para temel ölçü birimi oldu. Zamanla paraya tapar oldu ve kendi yarattığı parayla doğayı da satın alabileceğine inandı. Her şeyin fiyatı vardı; orman odun deposu, nehirler balık deposuydu. Canı istediği hayvanı avlayabilir; etinden derisinden, kürkünden kemiğinden, boynuzundan dişinden faydalanabilirdi. Hatta bazen ‘canı istediği’ için de avlanabilir ve bunun adına ‘av sporu’ diyebilirdi. 

Nedir Cehennem?                                                                                                        

‘’Kimseyi sevemeyen insanın yaşadığı derin ıstıraptır.’’ Diyor Rus Edebiyat devi Dostoyevski. İnsan kendi cehenneminde acı içinde kıvranmaktadır çünkü parasını ödeyip sahiplendiği hiçbir şeyi sevemez! Başka ne diyor;                                                                        

‘’Ya az önce öldürdüğün örümcek bunca zamandır kendini senin oda arkadaşın sanmışsa, hiç böyle baktın mı ona? Ama sen bencilsin, böyle şeyleri düşünmezsin! Çinli bilge Chuang Tzu nasıl düşünüyor? ‘’Rüyamda kendimi bir kelebek olarak gördüm ve uyanınca kendime sordum; acaba ben rüyasında kelebek olan bir insan mıyım, yoksa şimdi rüyadayım da kendini insan sanan bir kelebek miyim?’’.              

Kim kimin sahibi?                                                                                                      

Evliliğimin ilk yılıydı, henüz oğlumuz doğmamıştı. Ailemize 6 aylık yavru bir Chihuahua (Çivava) köpeği katıldı. Hayvansever dilinde ‘sahiplenmiştik’denir ya ben bu tabiri kullanmıyorum çünkü o bize ‘sahip’ olmuştu, dünyamızı doldurmuştu. Bir gün özgürce dolaşsın diye tasmasını çıkararak geziye çıkarmıştık. Maalesef dikkatsiz bir sürücünün hızla gelen arabasının altında kaldı ve omuriliği felç oldu. Ankara’da tam teşekküllü bir veteriner hastanesinde ameliyat ettirdik ama arka ayakları tutmuyordu. Ona iki tekerlekli bir aparat aldık ve yine çimlerde özgürce koşturmaya başladı. Bize soruyorlardı; neden uyutmadınız onu? Bu ‘uyutmak’ tabiri de tıpkı sahiplenmek gibi kibarca bir terimdi ve ‘öldürtmek’ anlamına geliyordu. Keşke dilde gösterdiğimiz bu yapmacık özeni hayvanların kendilerine de birazcık göstersek değil mi! ‘Biz kim oluyoruz da, bu yavrunun eceli üzerinde hüküm verebiliyoruz?’ Onu hasbelkader ‘sahip’lendiğimiz için mi hayatı üzerinde de söz sahibi oluyoruz?  Nedir bu yok etme iştahımızın, tahammülsüz kibrimizin  dayanağı? Kendimiz dahil bütün dünyayı yok edecek silahları icat etmek gafletinde bulunmamız mı?