Başımıza gelenlerin hep müsebbibi,
‘Başımıza’ gelenler mi? S.K.
Evvel zaman içinde hayali ülkenin birinde hükümdara karşı halk ayaklanmış. Çünkü ülkede ne adalet ne de düzen kalmış. Hükümdar, ayaklanan halkı yatıştırmak için herkesi meydandaki devasa havuzun etrafında toplamış: "Eğer isterseniz benden çok kolay kurtulabilirsiniz. Böyle isyan etmenize hiç gerek yok." Sonra yöntemini de açıklamış:
"Şimdi ben bu havuzu tamamen boşalttırıp üzerini bir örtüyle kapattıracağım. Sizden tek isteğim bu havuzu süt ile doldurmanız. Herkes bu gece yarısından sonra evinden bir kova süt getirip havuza dökecek. Ama herkes tek başına gelip dökecek, kimse kimseyi görmeyecek. Güneş doğarken hepiniz yine burada olun.
Havuz süt ile doluysa ben tahtı bırakıp ülkeden gideceğim."
Ertesi sabah, herkes büyük bir merak ve sevinçle havuzun başında toplanır. Öyle ya, artık bu düzenbaz hükümdardan kolayca kurtulacaklardır. Hükümdar gelir ve havuzun üzerindeki örtü açılır. Ama bir de ne görsünler? Havuz sütle değil, berrak bir suyla doludur!
Çünkü herkes aynı şeyi düşünmüştür: "Onca sütün içinde benim döktüğüm bir kova suyu kim ayırdedecek? Üstelik gece karanlığında dökeceğim, kim fark edecek."
Hükümdar bu sonucu bekliyormuş gibi konuşmaya başlanış;
"Gördünüz mü? Siz neyseniz, ben de oyum." diyerek devam etmiş:
"Siz düzenbaz olduğunuz için, benden sonra da içinizden kimi seçerseniz seçin sonuç hiçbir zaman değişmeyecek!" ve sözlerine son noktayı koymuş:
"O yüzden ben tahtımda ve sizin başınızda kalıyorum, siz de layık olduğunuz bu sistemin içinde. Hadi şimdi dağılın bakalım!"
Hulki Cevizoğlu/Yeniçağ Gazetesi/ 8 Aralık 2019
Çiftçinin Beyanı Esas mı?
Hollanda’ya giden bir dostum; süt üreticilerinin oluşturduğu kooperatifte gördüklerini anlatmıştı bana ve şu ilginç anekdotu paylaşmıştı. Kooperatife gelen her üye, getirdiği süt miktarını söylüyor ve bu sözlü beyan esas kabul edilerek yazılıyormuş. Gelen sütün litre karşılığı kayda geçirilip bedeli o üreticiye ödeniyormuş. Arkadaşım dayanamayıp sormuş: ‘’Çiftçinin beyanına nasıl güveniyorsunuz, neden sütü tartmıyorsunuz?’’.
Görevli yanıtlamış ‘Neden yalan söylesin ki?’ Arkadaşım bu cevaptan tatmin olmayıp şaşkınlıkla yeniden sormuş: ‘’Peki, kabın içindekinin tamamen süt olduğundan nasıl emin oluyorsunuz, ya içine su katılmışsa?’ Şaşırma sırası görevliye geçmiş
‘Neden böyle saçma bişey yapsınlar ki!’
Girişte aktardığım hayali öyküdeki o hayali ülke belki de Hollanda idi. Bu ibretlik öyküden gereken dersi çıkardıkları için hiçbiri; suya süt katmak, peyniri nişastadan yapmak, yalan beyanda bulunmak, kaçak elektrik kullanmak, vergi kaçırmak gibi hilelere tenezzül etmiyor, edenler en ağır şekilde cezalandırılıyor. Hollanda bugün Avrupa’nın tarım ve hayvancılık lideri olduysa, ‘çalanlara, yalancılara’ prim vermediği için olabilir mi?
İnekler Süt İçer mi?
Çocukken birbirimize saçma sorular sorar güya arkadaşımızı ‘düşürmeye’ çalışırdık: ‘’Şimdi 10 kere sesli olarak süt süt sütt! diyeceksin’. Hemen ardından sorardık ‘’İnek ne içer?’’ karşımızdaki istisnasız ‘Süt içer!’ diye yanıtlayınca istediğimiz yanlış cevabı almış olmanın gururuyla ‘’Hayır su içer!’’ diye muzipçe güler, onunla eğlenirdik. Şimdi bu gülünç anıyı niye anlattığıma gelirsek; inekler kendi ürettikleri sütü içmezler doğrudur, yeni doğmuş yavruları (buzağı) için bedenlerinde sür üretir ve onu beslemek için biriktirirler.
Peki biz neden bu sütü içiyoruz? Neden devasa bir süt endüstrisi var?
İnsan haricinde, kendi cinsi yerine başka bir hayvanın (memelinin) sütünü içen bir canlı türü olmaması enteresan değil mi? Daha da garip olanı, biz yetişkinlerin de inek sütü içmeye devam etmesi ve bunun için milyonlarca inek beslenmesi. İneğin sütü gerçekte yavru içindir ama süt endüstrisi bunu bile engellemektedir. Yeni doğan buzağıların yüzde 90’dan fazlası aynı gün annelerinin yanından alınarak adeta kaçırılmaktadır. Annesinin yanında kalarak sütünü emebilen ‘şanslı’ buzağıların da ortalama kalış süresi bir haftayı bulmamaktadır. Hayatı boyunca yavrularından ayrı bırakılan süt inekleri aşırı stres ve üzüntü yaşamaktadır. Süt inekleri her seferinde yeniden gebe bırakılarak süt verimlerinin yüksek olması, sütün hiç kesilmemesi sağlanmaktadır. Ama yeni doğan yavrularını beslemek için ürettikleri sütün tamamı sağılarak insan yavrularını ve onların ebeveynlerini doyurmak için satılmaktadır. İneğin kendi sütüyle yaşadığı bu trajediyi düşününce aklıma nedense Karl Marks’ın emek ve sömürü hakkındaki analizi geldi. Üreten de olsak tüketici de, Kapitalist sistemin hakimiyetinde yaşayan bizler de ineğinkine benzer bir dramı yaşamıyor muyuz?
Emek İşçinin Düşmanı mıdır?
Marx bu süreci ‘yabancılaşma’ olarak adlandırıyor; emekçinin kendi ürününe yabancılaşması. Bunu şöyle açıklıyor: Yabancılaşma; emek tarafından üretilen nesnenin yani emekçinin kendi ürününün, yabancı (karşıt) bir varlık olarak emeğin karşısına dikilmesi anlamına gelir. Üretilen nesne, üreticiden bağımsız bir güç gibi görünür. Bizzat kendi emeklerinin ürünleri, işçilere hükmetmektedir. Kömür madeninden çıkardıkları kömür, maden sahibine; diktikleri elbise ise tekstil atölyesinin sahibine ait olur. Otomobil veya elektronik fabrikasında çalışan işçiler araba, telefon, buzdolabı üretirler ama bu ürünler işçilere değil bu (uluslararası) şirketlere aittir. Emek (el işçiliği ve tasarım işçiliği dahil) elbette zenginlerin sermayesine sermaye, gücüne güç katar ama işçi için yoksulluk (bağımlılık) üretir. Ve işçi daha çok emek harcayıp üretimi arttırdıkça, kendini mahkum eden bu düzeni besler, çoğaltır ve eşitsizlik üretir. Marks’ın temel argümanı işte bu yabancılaşma mevzusudur; insanın türsel özüne yabancılaşması olarak betimlemiş bunu. Emeğinizin meyveleri (ineğin sütü) elinizden alınırsa, yaratıcılığınız azalır; benlik hissinizi kaybeder kendi özünüze yabancı olursunuz.
Depersonalizasyon Nedir?
Marx’ın döneminde işlerin büyük kısmı el işçiliğine dayanıyordu yani emeğin büyük kısmı ‘el emeğiydi’. Bizim dilimizde de işçilik ücreti yerine ‘el emeği’ tabiri sıkça kullanılır.
Kişi özellikle yalnız kaldığında kendine dışarıdan bakmaya başlar. Elleri kolları yüzü, hepsi birdenbire yabancılaşarak kendini izlermiş gibi bir algı oluşur. Aynada kendimize uzun süre baktığımızda da bu yabancılaşma hissi artar. İşte bu kendi uzvunu garipseme hissine depersonalizasyon diyor psikologlar. Yani ‘bir ben varmış gibi benden dışarı..’
Bir üretim bandında sabahtan akşama kadar malzeme ayıklayan bir işçiyi düşünün ya da makine başında aynı düğmelere basan operatörü. Acaba aynı kas hareketini yüzlerce, binlerce kez yapınca artık otomatik pilota geçip onu başkası yapıyor gibi mi algılıyoruz? Bilinç kendini korumaya mı alıyor bu şekilde? Aksi halde, delirmek işten değil. Yani delirmek iş'ten aslında; iş yüzünden! Aynı işi yapmak insanın içini dışına mı çıkarıyor dersiniz?
Kapitalizm Yaratıcılığı Öldürüyor mu?
Marx'ın temel düşüncesi; insanların özünde üretici varlıklar olduğudur. Arılar bal, inekler de süt üretir ama bizim gibi değil. Biz her şeyi üretebiliriz. Marx bütün insanların üretim açısından yaratıcı olduğuna inanıyordu. Ama kapitalizmin trajedisi; işçilerin fabrikalarda sürekli aynı görevi icra etmesi. Tek tip üretim yapıp sürekli tekrar etmesi, içsel yaratıcılığı öldürüyor. Bu olguyu sadece işçilerin bireysel olarak ezilip üretim hattına zincirlenmesini anlatmak için değil biz insanların, kolektif olarak bu ekonomik düzenin boyunduruğu altında oluşumuzu açıklamak için de kullanıyor. Kapitalist bile sonunda boyunduruk altına giriyor ve pes ediyor. Örneğin bir fabrika sahibi çalışma günlerini azaltmak istese bu muhtemelen mümkün olmazdı. Çünkü rakipler işçilerini aynı şekilde sömürmeye devam eder ve söz konusu işveren, rekabet edemeyip karından olur ve sonunda iflas ederdi. Marx bu konuda: ‘’Kapitalizm bizi yönetmeye devam ettiği sürece yabancı güçlerin oyuncağı olacağız’’ dedi. Bu, kendi elimizle yarattığımız bir canavar gibi. Bizim kontrol edemediğimiz ama bizi kontrol eden bir düzen; kapitalisti bile ezen bir sistem! Maddi eşitsizlik yani gelir uçurumu veya servetin tekelleşmesi, tarihin her döneminde vardı. Kölelikte de, derebeylikte de.. Kapitalizm ise bu eşitsizliği artıran, çoğaltan bir motor gibi çalışıyor. Yani sorun kapitalizmin kendisi değil, onun işlevi. Marx'a göre; hukuk, din, siyaset, kültür hatta sanat bile genel olarak hakim yönetici sınıfı (krema tabaka) iktidarda tutmak için çalışıyor ve çoğu zaman işbirliği yapıyorlar. Bütün bu oluşumlar bir üst yapı ve statükoyu koruma amaçlı bir ideoloji meydana getiriyor ve işçiler de bu ‘krema tabakaya’ hizmet ediyorlar.
Çırpındıkça Batıyor mu, Çıkıyor muyuz?
Alın size hayali bir öykü daha: İki kurbağa süt güğümüne düşmüşler. İlk şaşkınlıkları geçince
birisi biraz çırpınmış ve bakmış ki, kurtulma ümidi yok, kendini bırakmış ve boğularak ölmüş. Öbürü çırpınmaya devam etmiş. Çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış...
Tam kollarındaki derman tükenecekken bir de bakmış ki süt; çırpınma nedeni ile katılaşmış, krema tabakası oluşmuş. Kremanın üstüne çıkıp, bir sıçrayışta güğümden dışarı atlamış.
Atlarken de düşünüyormuş: “ikimiz birlikte çırpınsa idik, acaba daha erken mi kurtulurduk? ”
Şimdi bu iyimser hikayenin kötümser yani Kapitalist Versiyonuna bakalım:
İki kurbağa süt güğümüne düşmüşler. Birisi biraz çırpınmış ve kendini bırakmış; boğularak ölmüş. Öbürü çırpınmaya devam etmiş. Çırpınmış, çırpınmış...Tam kollarındaki derman tükenecekken bir de bakmış ki süt, çırpınma nedeni ile kremaya dönüşmüş. Bu gayretli, minik kurbağayı izlemekte olan çiftçinin aklına parlak bir fikir gelmiş:
“Hımm!” demiş, “yayık mayık için yatırım yapmaya ne gerek var, üstelik yayık için kalifiye işçi (insan) lazım. Oysa kurbağa kullanarak biraz yavaş da olsa krema elde ediyorum, hem de bedavaya...” Bizim gayretli kurbağa, kremanın üstüne çıkıp, bir sıçrayışta dışarı atlarken de düşünmüş, “ikimiz birlikte çırpınsa idik daha mı erken kurtulurduk”.
Oysa heyhaat! kendisini kötü bir sürpriz bekliyormuş. Uyanık çiftçi, daha önce davranıp güğümün çevresine başka güğümler dizmiş. Üstelik her birinin içine iki-üç kurbağa daha atmış. Bizim krema ‘üreticisi’ kurbağa, az önceki deneyiminden hareketle, mecali tükenmekte olan diğer kurbağalara seslenmiş: "Hey arkadaşlar, umudunuzu kaybetmeyin!
Hep birlikte çırpınırsak daha erken kurtuluruz!"
Artık çiftçinin keyfine diyecek yokmuş. Peş peşe güğümleri sıralıyor, kurbağalar hep birlikte çırpınmaya ve üretmeye devam ediyormuş. Çiftçinin artık tek yapması gereken, güğümlerde oluşan kremayı boşaltıp yerine süt doldurmakmış. Çırpınıp duran kurbağacıklar yavaş yavaş, kurtuluşun böyle; süt güğümlerinin içinde debelenmekle olmadığını anlamaya başlamışlar ama bir yandan da çırpınmaya devam ediyorlarmış.
Yazıya ‘Davetsiz Sözler’ kitabımdan bir alıntıyla başlamıştım, diğer bir alıntıyla bitireyim:
Çoban’a sürü mü gerek, Çoban mı gerek sürüye?
Kimse katılmazsa sürüye, sürüyü hangi çoban sürüye!