1965’teki seçimde oyların %50’sini alarak Başbakan olan Süleyman Demirel Meclis’te İsmet İnönü ile karşılaşır. Selam faslından sonra İnönü sorar: - Meclis’in merdivenlerinde kaç basamak var Süleyman Bey, biliyor musun? Demirel fazla düşünmeden ‘bilmiyorum?’ der bu soru karşısında şaşırarak. Birkaç gün sonra Meclis’te İnönü’nün yanına giden Demirel kulağına eğilerek: - Efendim, Meclis’in 220 merdiveni var, diye fısıldar... - Kime saydırdın? diye sorar İnönü. Demirel: Bizzat ben saydım efendim! der. Ve bunun üzerine İnönü’nün tarihi dersi başlar: - Bak Süleyman Bey... Lider odur ki, zor işlerle uğraşsın. Lider basit işleri kendi yapmaz! Bak mesela ben Meclis’in kaç merdiveni olduğunu bilmiyordum; Sana saydırdım. Der ve Başbakana unutulmaz bir ‘ayar verir’.
Anıtkabir’in merdivenleri kaç basamak?
İnternette dolaşan yüzlerce şehir efsanesi gibi böyle bir diyalog da muhtemelen yaşanmamıştır. Ama bu anekdotun kaynağını araştırınca aslına da ulaştım; Efsane Lider İnönü’nün anılarında bu konuşma şu şekilde geçiyor: Anıt Kabir’deki bir törenden ayrılırken dönemin muhalefet lideri İnönü, dönemin Başbakanı Demirel’e yaklaşmış ve şu soruyu sormuş: “Sayın Başbakanım, söyle bakalım merdivenler kaç basamaktı?” Demirel, bu soru üzerine: “Ben saymadım. Dört sene önce söylemiştiniz. Aklımda tutuyorum” karşılığını vermiştir. İnönü’nün kurnazlığı ve Demirel’in hafızası efsaneviydi.
Kanada Başbakanı neden protesto edildi? Ayar vermek deyince; genç yaşında efsane olan Kanada Başbakanı da vatandaşından unutulmaz bir fırça yemişti. Geçen sene büyük bir sel felaketi yaşayan Kanada’nın 3 eyaleti sular altında kalmıştı, afet bölgesindeki gönüllüler torbalara kum doldurup suların önüne set yapmaya çalışıyordu. Kalabalık bir medya grubu ve koruma ordusuyla bölgeye gelen Başbakan Trudeau eline kürek alıp kum doldurmaya başlayınca tepki aldı. Trudeau’ya ‘şov yapma!’ diye bağırmaya başlayan bir vatandaş ‘’Benim oyumu alamayacaksın’’ dedi. Dönüp onu sakinleştirmeye çalışan Trudeau, herkes gibi kum doldurarak mağdurlara yardım etmeye çalıştığını anlattı. Vatandaş ‘’siz buradayken kimse kum alamıyor, ben yarım saattir sırada bekliyorum’’ diye çıkıştı. Kalabalık halde dolaşan basın mensuplarının ve güvenlik görevlilerinin vatandaşı görevinden alıkoyduğunu belirtti. Başbakan Trudeau ise, burada bulunma sebebinin daha çok insanı gönüllü olarak bölgede çalışmaya teşvik etmek olduğunu dile getirdi. Yardım etmek için burada olduğunu aktardı. Bu haberi okuyunca ODTÜ’de tanık olduğum bir olay gözümde canlandı. 1994 Yerel Seçimlerinde Kamu Yönetimi Bölümünden Prof. Korel Göymen Hocamız SHP’den(Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Belediye başkan adayı olmuştu. Bilenler bilir ODTÜ yemekhanesinde yemek ucuzdur ama öğretim görevlileri buraya pek gelmezler. O gün yemeğimi almış en yakın masaya doğru yürürken alışık olmadığım bir protestoya tanık oldum; Korel Göymen belki de ilk kez yemekhaneye gelmiş, tabldot tepsisini eline almış ve yemek sırasına girmişti. Amacı kendini öğrencilere şirin göstermek ve ne kadar ‘Halkçı’ olduğunu kanıtlamaktı ama ters tepti ve Korel Hoca tepsiyi tezgahta bırakıp apar topar yemekhaneden çıktı. ODTÜ öğrencisi böylesi ikiyüzlülüğü asla affetmezdi!
Subay çimento taşır mı? Askerliğimi yedek subay (Asteğmen) olarak yaptım. Benim de kum torbası yerine çimento torbasıyla bir ‘imtihanım’ oldu. Daha ilk haftada komutanım olan yüzbaşıdan fırça yedim ve unutulmaz bir ders aldım. Bölüğün içinde küçük bir inşaat işi vardı (bilirsiniz askerlikte inşaat ve boyama faaliyeti hiç bitmez), tabur komutanının birazdan bölüğe geleceğini öğrendik; birkaç torba çimento ortalıkta gelişigüzel bırakılmış duruyordu. Derhal oradan taşınmaları gerekiyordu. Yüzbaşı bana emir verdi; ‘’bunları hemen kaldırın buradan!’’ dedi ve gitti. Yanımdaki ere torbaları işaret ederek taşımasını söyledim. Asker 50 kiloluk torbayı zorlukla kucaklayarak gözden kayboldu ve 10 dakika geçmesine rağmen geri dönmedi. Muhtemelen diğerlerini de taşımamak için ‘arazi olmuştu’. Ben paniklemeye başladım, komutandan azar işitmemek için ‘Ya Allah!’ deyip başka bir torbayı yerden kaldırdım. Ne de olsa 300 kiloluk mermiyi sırtlamış Seyit Onbaşı Efsanesiyle büyütülmüştük. Ama torba beklemediğim kadar ağırdı; üstelik üniformam toza bulanmıştı. İnşaat işçileri böyle onlarca torbayı nasıl taşıyordu? Bu torbalar neden bu kadar ağır yapılıyordu, insanlık mıydı bu! Torba kucağımdayken yüzbaşı geri geldi ve beni o halde görünce kızmaya başladı: Sen bir subaysın! Subaylar işi kendileri yapmaz, yaptırırlar! Dedi. Oysa ki, ben aferin bekliyordum; gerekirse elini taşın altına yani çimentonun altına sokmaktan çekinmeyen bir asker olarak beni takdir edeceğini sanıyordum. Sonradan öğrendim ki, orduda hiyerarşi şöyleydi; Subaylar ordunun beyni, astsubaylar elleri, er ve erbaşlar ayaklarıydı ve herkes yerini bilmeliydi.
Lider kendini feda eder mi? Yukarıdaki askerlik anımı anlatınca, zamanında portakal, narenciye işiyle uğraşmış olan kuzenim de kendi ibretlik anısını paylaştı. ‘’Ağaçlardan portakal kesen işçilerin başında formen olarak bulunuyordum’’ dedi, patronumun gözüne girmek için birkaç kilo da ben toplayayım deyip portakal ağacının en tepesine tırmandım. Beni ağacın tepesinde gören patronum hiç beklemediğim bir tepki verdi; ‘çabuk in oradan! şimdi düşüp elini ayağını kıracaksın’ diye aşağıdan seslendi. ‘Bu kadar işçiden sen sorumlusun; bana asker değil, komutan lazım!’. Daha güneş doğmadan uyanıp bahçeye götürülen işçinin emeğini takdir etmek için onunla portakal kesmek değerlidir. Çimento torbasını taşıyan, ateşin başında durup terleyen ustanın sıkıntısını hissetmek bir yönetici için önemlidir. Tıpkı cephede ateş hattında bulunup savaşın ‘yakıcılığını’ hisseden komutan gibi… Ama bu bizzat kendini ateşe atmayı gerektirmez; yöneticinin meziyeti alın teri dökmek değil; akıl teriyle ekibini organize etmektir. Çok terleyen değil aklını kullanan kazanır.
‘Ateşbaz’ ne demek? Yusuf Bin İzzettin, Mevlevi dergahında Hz. Mevlana’nın baş aşçısıdır. Bir gün mutfakta yemek pişerken odun tükenir, Yusuf Mevlana’ya gider, durumu anlatır. Hz. Mevlana şaka yollu olarak; “odun kalmadıysa, git ayaklarını ocağın altına sok da yemeği onunla pişir” buyurur. Şaka da olsa emri yerine getiren Yusuf İzzettin, ayaklarından ateş çıktığını ve bu ateşle yemeğin tekrar kaynamaya başladığını görür. Ne var ki sol başparmağına bakarken “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı yanar. Durumu Hz. Mevlana’ya anlatırlar, Mevlana mutfağa gelerek kerametini açık ettiği için biraz kızar “Hay Ateş-baz hay!” der; o da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. Yusuf’un bu hareketi halen dervişlerin sema dönmeye başlamalarında saygıyla yâd edilir; dervişler semaya sağ ayak başparmağını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar. Böylece Yusuf bin İzzettin bu olaydan sonra ‘ateşle oynayan’ manasına gelen “Ateşbaz” lakabını alır. Ateşbaz şeyhinin liderliğinden o kadar emindir ki; emrini sorgulamaz, kendini ateşe atmaktan çekinmez. Liderin iradesine teslim olur.
Peki, bu kıssadan bize kalan hisse nedir? Dergahlarda yoksullara aş verilir, yardım edilir. Ama bir kazan yemeği pişirmek için bir ayak feda edilmez. İş ki; o kazanın her daim kaynaması için gerekli altyapı ve malzeme organize edilir. Yoksullara yardım etmenin yolu fakirlikten değil zenginlikten geçer. Sende olmayanı kime paylaştırabilirsin? Kendi kanını bağışlayarak kaç canı kurtarabilirsin? Taa ki, sen de kan kaybından ölünceye kadar…