YENİ ORGANIMIZ MIKROBİYOTAMIZ

30 okunma Mayıs 2020

Size bu ay bilim dünyasının yeni keşfettiği bir organımızdan bahsedeceğim. Bunca zaman sonra ortaya yeni bir organ da nerden çıktı diyebilirsiniz. Elbette yeni oluşmadı ancak bilim dünyası bu organı yeni keşfetti. Mikrobiyota, son yıllarda en gözde terimlerden biri haline geldi. Aslında daha önce mikroflora sözcüğü tercih ediliyordu ancak flora eki daha çok bitkiler ile ilgili kullanıldığı için biyota ekiyle artık anılmaya başlandı. Peki bu organımız nerede? Size bunun içinde yüzdüğümüzü söyleyebilirim.

İlk olarak, Nobel Tıp Ödüllü Joshua Lederberg'in bu terimi kullandığını görüyoruz. Kendisi çok sayıda mantar, bakteri ve tek hücrelilerden oluşan çok hassas, kompleks ve süper bir yapıdan söz ediyor. Aynı diğer sistemlerimiz gibi vücudumuzda yaşayan küçük canlıların oluşturduğu bir sistemi anlatıyor. Bilim dünyası da bu yeni organımıza gözünü dikmiş durumda. Varlığı diğer tüm organlar gibi hayatı öneme sahip. Kendisinden organ diye söz ediyoruz çünkü tamamen organize ve etkileşim içerisinde olan bir sistem. Belki de ileride kendisinden en büyük endokrin organ ya da bağışıklık sisteminin en önemli unsuru olarak söz edeceğiz kimbilir.

İnsan mikrobiyotasının büyük kısmı, başta mide ve bağırsak sistemi olmak üzere deri, idrar yolları, genital sistem ve solunum sisteminde yerleşmiş durumda. Her geçen gün bu organ ile ilgili yeni yayınlar çıkıyor ve hiç bilmediğimiz farklı yönleri olduğu ileri sürülüyor. Mikrobiyota konusunda yolun henüz başındayız. Yeni keşfedilen bu organımız, ortalama 2 kg arasında bir ağırlığa sahip. Vücudumuzdaki bu küçük canlıların sayısı, toplam insan hücrelerimizin sayısından 10 kat fazla. Bunların büyük çoğunluğu bakteriler olmakla birlikte, virüsler ve mantarlar da var. Bu küçük arkadaşlarımız, 300 metrekare büyüklüğünde bir yüzey oluşturan bağırsağın yüzeyini koruyucu bir tabaka şeklinde döşüyor. Bu anlamda bağırsaklarımızın, bizim kendi evimizden daha geniş ve daha kalabalık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bedenimizin yalnızca %10’u bizim kendi genomuzu taşıyan hücrelerden oluşuyor. %90’lık kısım sürekli değişkenlik gösteren ve kişiden kişiye değişen küçük canlıların oluşturduğu bir havuz aslında. Bizlerde bu havuzun içinde yüzüyoruz. Bu öyle bir havuzki; bizlerin sağlıklı olmasını temin eden ya da hastalanmamıza zemin hazırlayan bir ortam. Derimizden solunum yollarına, ağız boşluğundan bağırsaklarımızda kadar tüm bedenimizde bu küçük dostlarla birlikte bir yaşam sürdürüyoruz. Doğayı tahrip eden insanoğlu bu küçük canlıları da tahrip ediyor maalesef. Artık son yıllarda yapılan araştırmalar, içinde yüzdüğümüz mikroplardan oluşan bu havuzdaki tahribatın sadece fizik bedenimizde değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bedenimizde de oldukça önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor. Depresyon yada otizm, panik atak yada obsesif bozuklukların söz konusu mikropların kompozisyonunun bozulmasıyla alakalı olduğu bildiriliyor. Günümüzde hala bunlarla ilgili çok sayıda çalışma ve araştırmalar sürüyor. Ben de heyecanla bu hayati önem arz eden sistemimiz hakkında daha çok çalışma yapılmasını bekliyorum. Yapıldıkça da gelişmeleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Herkese sağlıklı, mutlu ve keyifli anlarla geçirdiği bir ay diliyorum.